Upton Sinclair, Chicago Mezbahaları romanında, 20. yüzyıl başında ABD’deki göçmen işçilerin çalışma koşullarını anlatır. Ama bunu mezbahalar üzerinden yapar. İşçi sınıfı her alanda ağır koşullar altında çalışmaktadır, ama orada farklı bir şeyler olmaktadır:
“Domuzun ölüsü büyük kazandan makine ile çıkarıldıktan sonra ikinci kata düşüyordu ve sonra bir sürü aleti edevatı olan bir makineden geçiyordu. Boyuna posuna göre ayarlanıp makinenin bir ucundan girip öbür ucundan çıktığı zaman bütün kıllarından arınmış oluyordu domuz. Sonra yeniden bir ray üzerinde yeni seyahat başlıyordu. Domuz, sırası yüksekçe bir sahanlıkta duran iki adam dizisi tarafından geçiyordu bu sefer. Her biri belirli bir işi yapıyordu bunların. Domuz önüne geldiği zaman, biri bacağın iç, biri dış tarafını yüzüyor, biri kuvvetli bir darbeyle gırtlağı kesiyor, diğeri kuvvetli iki darbe ile kafayı gövdeden ayırıyor ve yere düşün kafa bir deliğin içinde kayboluyordu. Bir tanesi vücudu hafif kesiyor, bir başkası vücudu daha fazla açıyor, üçüncüsü göğüs kemiğini keserken, dördüncüsü barsakları kesiyor, beşincisi bunları çıkarıyordu. Domuzun yanlarını, arkasını içini temizleyen ayrı ayrı adamlar vardı. Bu odaya bakan insan, yüz metre uzunluğunda, havada sallanan ve yavaş yavaş ilerleyen bir domuz dizisi görüyordu. Sonra her metre başında, ardına şeytan düşmüş gibi bir hızla çalışan adamlar. (Upton Sinclair, Chicago Mezbahaları, çev. Zeyyat San, May Yay., s. 46.)
Nitekim Ünlü kapitalist Henry Ford, iddiaya göre, uzun süre üretim sürecine damgasını vuracak Fordizmi geliştirmesinde mezbahalardaki bu sistemden etkilenmiştir.
“Ardına şeytan düşmüş gibi çalışan adamlar”; üretim sürecini değiştiren bu bant sistemi, belli bir vasıf gerektirmeyen, zamanla yarışan, makinenin bir parçası haline gelmiş ve ürününe yabancılaşmış bir işçi sınıfının oluşumuna yol açıyordu. Nitekim Fordizmin bu yönünü ilk fark edenlerden biri de Gramsci olmuştur, şöyle nitelendirir bu gelişmeyi:
“Hiç görülmemiş bir süratle ve amacı konusunda tarihte eşi olmayan bir bilinçlilikle, yeni tip bir işçi ve yeni tip bir insan yaratma konusunda bugüne kadar tanık olunan en büyük kolektif girişim.” (David Harvey, Postmodernliğin Durumu, çev. Sungur Savran, Metis Yay., s. 148.)
Sinclair’in roman karakteri Jurgis, domuzların öldürülmelerini izlerken, “merhametsiz ve şefkatsizce bir iş” olduğunu düşünür. “Neyse, bir domuz olmadığıma memnun oldum” diye geçirir içinden.
Oysa çalışmaya başladığında “gerçek”ler umduğu gibi olmayacaktır:
“Örneğin bira fabrikalarının almayı reddettiği viski-maltı ile beslenen sığırlar vardı. Üzerleri patlamamış çıbanlar, açık yaralar ile doluydu bu hayvanların. Pis bir işti bunları kesmek. Kasap bıçağı daldırınca, bunlar patlıyor ve leş gibi kokan bir pislik yüzüne fışkırıyordu insanın. Elleri kana ve bu pisliğe bulaşan bir insan nasıl temizlerdi yüzünü gözünü?” (s. 112)
Evet işçi domuz gibi kesime gitmeyecektir, ama ömrünü bu bant sisteminde tüketecektir.
Üretim süreçleri değişecek, işçilerin çalışma koşulları iyileşecektir zamanla, ama hayvancılık endüstrisinde çok büyük değişiklikler olmayacaktır.
“Kesim bölümünün uzak köşesinde, mezbahanın arkasındaki bekleme ağılına açılan, biri işçiler diğeri domuzlar için iki kapı bulunuyor. Bu bölüm, örülü bir duvarla odanın geri kalanından ayrıldığından kapıları görmek zor. Bu saklı köşede, domuzları içeri girdiklerinde geçici olarak tutan ve “vurucu”nun aleti domuzun başına dayayıp teoride anında şuursuz bırakmasını sağlayan, muazzam bir makine yer alıyor. Bu cihaz ve faaliyetinin neden vurucu haricinde herkesten gizlendiği konusunda kimse bana bir gerekçe sunmaya yanaşmıyor ancak tahmin yürütmek kolay. Hiç şüphesiz bu, diğer işçilerin, yaptıkları işin az önce canlı olan bir varlığı parçalara ayırmak olduğunu devamlı anımsamalarını önlemekle ilgili.” (Jonathan Safran Foer, Hayvan Yemek, çev. Garo Kargıcı, Siren yay., s. 172)
Fordizmin kitlesel üretim anlayışı bir kitlesel tüketim olgusunda karşılığını buldu. Ücret düzenlemeleri işçi sınıfının tüketici olmasına da yol açtı. Fast food, bu üretim sürecinin tamamlayıcısı olarak icat edildi.
Bant sistemi Mac ve Dick McDonald kardeşlerin de zihnini açar, ilk fast food restoranlarını Kaliforniya Pasadena’da açarlar:
“Restoranı yüksek hız, büyük hacim ve düşük fiyat ilkelerine dayandırmışlardı. Karışıklıktan kaçınmak için müşterilere çok sınırlı bir mönü sunuyorlardı. Masaya servis ve geleneksel pişirme teknikleri yerine McDonald kardeşler, pişirme ve servis için montaj bandının kurallarını uyguladılar. (George Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, çev. Şen Süer Kaya, Ayrıntı Yay., s. 64)
Bu endüstriyel hayvancılığın et tüketimini basitleştirip, tüketimi pompalamasının başlangıcı. Sektörün süreç içerisinde devasa boyutlara ulaşması böyle başlıyor. Yılda 70-80 milyar hayvan bu endüstrinin mezbahalarında öldürülüp tüketiciye ulaştırılıyor.
Hayvancılık endüstrisinde çalışan işçiler ile hayvanlar arasındaki ilişki böyle kuruluyor. Toplumun diğer kesimlerinin marketlerden steril paketlerde aldıkları ya da restoranlarda tabaklarına gelen “ürün”ün kan ve şiddetle yoğrulan halini yaşıyorlar sürekli. Bu öyle katlanabilir, sürdürülebilir bir durum değil. Foer, o işçilerden Ken Burdette’nin anlattıklarını aktarır:
“Üç yaşında bir düve kesim bölümüne doğru ilerliyordu. Oracıkta doğurmak üzereydi, buzağının yarısı içeride yarısı dışarıdaydı. Öleceğini biliyordum, ben de buzağıyı çekip aldım. Of of, patronum deliye döndü… Onlar bu buzağılara ‘sıvışma’ diyor. Kanlarını kanser araştırmalarında kullanıyorlar. Buzağıyı istedi. Onlar genelde, ineğin bağırsakları bağırsak tezgahına döküldüğünde, buzağıyı ineğin rahmini keserek çıkarıyorlar. Önünde asılı duran bir ineğin içindeki yavrunun attığı tekmeleri, dışarı çıkma uğraşısını görmek hiçbir şey ifade etmiyor… Patronum buzağıyı istedi ama ben onu ağıla gönderdim. (…) Çıldırmış gibiydim, bazı günler gidip duvarları yumrukluyordum. (…) Kan ve iç organlar bozmaz beni. Ama bu, insanlık dışı muamele. Ve bundan fazlasıyla var.” (Foer, a.g.e., s. 254.)
Bu işleri çoğunlukla göçmen işçiler yapıyor ve fazla da sürdüremiyorlar. Endüstriyel hayvancılığın et tüketimini körüklemesi, tüketimin git gide artışına yol açıyor, sektör devamlı büyüyor. Milyonlarca işçi çalışıyor bu sektörde; ABD’de 500 bin, İngiltere’de yüz bin işçi. Çalışanların yüzde 70’ini göçmenler oluşturuyor; kaçak işçi oranı da yüksek. Çalışma koşulları diğer sektörlerle kıyaslandığında çok ağır. Psikolojik sorunlarla karşılaşıyorlar.
İşçi sınıfının üretim sürecinde yaşadığı yabancılaşmanın en yalın halini herhalde endüstriyel hayvancılıkta görebiliriz. Önlerine gelen bir canlının öldürülmesi, parçalara ayrılması ve paketlenmesine alışmak, yabancılaşmak zorundalar.
Ne yazık ki, sürekli işçi sınıfından bahsederken, bu tabloyu görmeyip orta sınıf tüketim histerisi içinde yaşayıp gitmek, o sınıfla ilişkinin yokluğunun da bir göstergesi. İşçi sınıfının üretim sürecinde yaşadığı bu yabancılaşma, orta sınıflarda tüketim sürecinde yaşanıyor. Daha ucuz ve daha çok et talep ediyorlar. Bir çılgınlık hali.
Eğer bakış açımızı değiştirebilir, hayvanların yaşam haklarının insan kadar değerli olduğunu idrak edebilirsek, işçi sınıfının üretim sürecinde nasıl bir yabancılaşma yaşadığını en iyi bu hayvancılık endüstrisinde görebilir ve gösterebiliriz. Ve o sınıfı, ilelebet varlığını sürdürmesi gerekiyormuş gibi kutsayarak değil, tam tersine kendisi ile birlikte tüm bu yabancılaşmayı ortadan kaldırabilecek bir potansiyel olarak düşünür; bir değişimin önemli bir bileşeni olabileceğini umut edebiliriz.