MHP’nin tuhaf yükselişi; seçim sonuçlarına çalınan oyların nasıl yansıdığı; CHP Muharrem İnce oyları arasındaki fark; bundan sonra ne olacağı ve nereye dair umut geliştirebileceğimiz; artık umutlanmasak da enseyi karartsak mı ve benzeri birçok soruyla geçti gitti bir seçim daha… Türkiye’nin bir yarısı seçimden umduğunu bulamaz ve seçimi bir senaryondan ibaret görürken, diğer yarısı bunu demokrasinin başarısı olarak nitelendirdi. İyi Parti daha şimdiden seçimdeki söylemlerini geride bırakacağına dair sinyalle vermeye başladı. Saadet Partisi yoklara karıştı. CHP’nin ise içi dışı çalkalanıyor. Kendi iç dengelerini henüz bulamadığı gibi, bir de parti içindeki eleştirel şahsiyetlere bir saldırı başlatıldı. HDP’de ha keza durum aynı; yani ağır tecrit ve baskı koşulları altında siyasetini sürdürmeye çalışıyor hala. Peki, bu koşullar altında ne yapacağız? Bazılarına göre seçimler zaten dar bir siyaset alanı. Kirli bir alan… Burjuva siyaseti dediğin ne ki… Seçimden ne umduk da ne bulduk şimdiye kadar… Üzgünüm ama ben böyle düşünenlerden değilim. Ama parti siyasetinin zorluklarını bir kenara atarak konuşmak veya parti siyasetinden radikal demokrat bir toplum üretilecek gibi bir beklentiyle onu bağrıma basmak gibi bir niyetim de yok. İtirazım bir başka açıdan…
Türkiye solunun önemlice bir kısmı uzun zamandır parti düzeyinde bir örgütlenmeyle mücadeleye devam etmeye çalışıyor. Aslında bu onun silahlı mücadeleyle arasına koyduğu mesafeyle doğru orantılı bir gelişme oldu. Meşru siyasete girme kararlılığını, 1970’lerin sonundaki sivil çatışma döneminin ardından gelen 12 Eylül eşiğinden atladıktan sonra gösterdi. Bu sürece tarihsel bir miras aranacaksa bir de TİP’ten söz edilebilir. 1965 yılında girdiği seçimlerde yüzde 3 oranında oy alarak meclise 15 milletvekilini sokmayı başaran ilk sosyalist parti TİP oldu. Aslında ondan sonra Türk solunun makus talihi hep bunun daha aşağısında seyreden oylardı. Bir türlü güven veremedi sol partiler topluma ve şeytanın bacağını kıramadılar. Dolayısıyla bu bir başarı öyküsü değil elbette. Ama Türkiye siyasal kültürünün sosyalizm fikrine karşı derin bir karşıtlık içinde olduğunu ve inanılmaz bir baskı altında gelişmeye çalışan bir fikir olduğunu da ekleyerek yersiz bir haksızlığı da önleyelim. Geçekten legal sosyalist partiler üzerinde ağır baskılar olageldi hep. Devlet merkezli parti siyasetinin en dışlanan unsurları arasındaki parti siyasetine güvensizliğin kırılmasına imkan tanıyan bir deneyim de yaşanmadı böylece. Parti siyaseti de toplumla buluşmadığı sürece, aklılarda hep iktidarı ve devleti hedef alan bir siyasal araç olarak kaldı. Siyasal açıdan çok önemli olabilecek toplumsal etkisi ikincil kılındı.
1980’lerden sonra ise parti siyaseti ve parlamenter siyaset solun bir kısmının cazibe noktası haline geldiyse de yaygın bir küçümseme devam etti. Parti siyasetini, bildiğimiz eski fraksiyonlar üzerinden yürüten sol geleneği 1990’ların sonuna doğru ikiye ayrılırken buluyoruz. Bu sancılı bir ayrışma süreci olarak epey bir zaman devam etti. Sonunda kendi bağımsız varlıklarını sürdüren bazı partiler HDP çatısı altında ittifaka giderken, bir grup bu ittifakın dışında kalmayı tercih ederek bu ayrışmanın ana sorununun Kürt meselesi olduğunu da görünür kıldılar.
Şimdi bütün bunlara bakınca bir defa parti siyasetiyle kurduğumuz ikircikli ilişkiyi önümüze açıkça koyup, bununla yüzleşmemiz gerektiği sonucuna varıyorum. Eğriye eğri doğruya doğru… Parti siyaseti Türkiye’de hem vazgeçilemeyen hem de etkin kılınamayan bir alan oldu sol için hep. Partiler ne yazık ki klasik parti görünümlerinden ve işleyişlerinden kurtulamadıkları gibi, toplumla da bir bağ kurmalarına olanak yaratacak bir araca dönüştürülemediler. Bu koşullarda da sol sosyalistler ne partili ne partisiz olamadılar.
Farklı bir parti örgütlenmesi kurma girişimi en belirgin ÖDP’nin ilk yıllarında mevcuttu. Yeni bir parti anlayışını etkin kılma konusunda müthiş bir irade gösterilmeye çalışılıyordu ve mahalle bazında örgütlenmelere önem veriliyordu. Demokratik merkeziyetçi yapı sorgulanıyordu, ama yerine tam bir modelin oturtulduğu da söylenemez. Eski fraksiyonları tutan isimlerin etrafındaki öbeklenmeler, bazıları için siyasetten eriyip gitmemek üzere tutunulan adalara dönüştü. Ama adadan siyaset yapmak siyasetin asıl hedefi olan toplumla ilişkiyi de zayıflatıyordu. Eski anti-demokratik alışkanlıklar, kadınların sistematik dışlanmaları, eril siyaset dili gibi sorunlar beklediğimizden daha ağır ve dirençli çıktı. Yol kat edilmedi mi? Edildi, hem de çok. Ama yine de istenilen düzeyde bir toplumsallık yakalanamadı. Demokrasiden çok laf ediliyordu, ama toplumcu olmayan, halkla teması olmayan bir partinin ne düzeyde demokratik olacağı sorusu da hep orada asılı durdu. Burada Kürt hareketinden ivme alan HADEP DEP BDP gibi partileri ayrıca ele almak gerektiğini belirtelim. Onların kitleselleşmiş halk mücadelesinden güç aldıklarını biliyoruz. Ancak bu ilişkide de legal siyasal partilere açılan alan ve tanınan kredide bazı sorunlar olduğu görülüyordu yer yer. Kısaca gerçekten meşru siyaset deneyimi sosyalist muhaliflerin hep biraz eksik ve zayıf ola geldiği bir alan oldu. Meşru siyasal alana duyulan güvensizlik ile topluma duyulan güvensizlik sık sık iç içe geçti.
Aslında toplumsal açıdan da aynı şizofren durum söz konusuydu ve bu hala bir düzeyde devam ediyor. Devletin bekasını koruma refleksinin çok yüksek olduğu Türkiye siyaset geleneğinden beslenen partiler temsiliyetine soyundukları topluma güvensiz aktörler ola geldiler. Ama bugün bu güvensizliğin çerçevesi de içeriği de biraz daha farklı kuruluyor. Küresel güçlerin ve bölgesel dinamiklerin siyasette çok daha fazla ağırlık kazandığı bir devirde, devletin bekasını koruma refleksi gösterenler sadece devletlü güçler veya siyasi partiler değil artık. Devlet bekası derine düşenler sadece ulusalcı eğitimli orta sınıflar değiller artık. Popülist partiler ve liderleriyle bütünleşmiş daha geniş bir halk kesiminden de söz etmek gerekir. Bu kesimi de ağırlıkla küreselleşmeden nasiplenemeyen hatta mağdur olan alt sınıflar, baldırı çıplaklar oluşturuyor. Devlet ile özdeşleşme arzusunun çok yükseldiği bu devirde, temsili demokrasinin de iyice zayıfladığı, partilere olan inancın yitirildiğini görüyoruz. Parlamenter siyasete olan ilgi sistem kavgası biçimini aldığı ve ideolojik karşıtlıklar üzerinden yürütüldüğü için Türkiye’de hala kızışan bir zemin gibi dursa da, halkın partilere olan inancı ve beklentileri aslında çok zayıf. Hepimiz biliyoruz ki onun yerini başka dinamikler alıyor. Bunlardan birincisi milliyetçi popülist partiyi basit bir ara mekanizmaya indirgeyen liderler. Örneklerine pek çok yerde rastlamak mümkün. Burada şunu eklemek gerekir. Türkiye’de partiler hep merkezi ve anti demokratik ola geldiler. Bu merkeziyetçi yapı hep lider kültünü besledi. Ancak günümüzde bu çok daha belirgin bir biçimde neredeyse parti lider ayrışmasına doğru gitmekte. Nitekim sadece parti değil, bu hükümet ve devlet yapılanmasını da belirleyecek kadar güçlü bir eğilim olarak kendisini göstermekte. Siyasal İslamın güç kazanmasıyla Mesih vari liderlerin öne çıkması da birbirlerini destekleyen dinamikler oldu elbette.
Devlet yönetimi ve erki hep önemli bir mücadele alanı olarak korundu. Ama öte yandan başarı gösteren her partinin bir toplumsal örgütlenme iddiası da vardı. Baktığımızda ANAP dahil birçok partinin kazandıkları yıllarda hep yerel örgütlenmelerinin aynı zamanda güçlü olduğu yıllara denk geldiğini görüyoruz. AK Parti liderleri veya Cumhurbaşkanı Erdoğan il temsilcilerini geçin mahalle temsilcilerini veya muhtarları toplayıp görüş bildirirken başka kızgınlarımızla izliyoruz, ama aslında orada izlenen aynı zamanda güçlü bir yerel örgütlülük. Yani bu partileri popülist kılan sadece ideolojileri değil. Örgütlenmenin biçimi anti-demokratik ve merkeziyetçi ve lider merkezli olsa da, popülist bir taban siyasetinin örgütlenmeye de yansıdığını görüyoruz. Elbette şiddeti de tekellerine alarak ilerliyor bu partiler. Ordu gücünü arkasına alan bir devlet temsilciliğine soyunup, devlet parti-hükümet arasındaki mesafeyi neredeyse tamamen kapatıyorlar.
Peki sağın geliştirdiği, doğrudan demokrasi gibi halka sunulan, liderle halk arasındaki duygusal ilişki ve temsili güce yaslanan ve halkın bu yeni yeni galebe çalmış kesimlerini toplumsal elite karşı kışkırtarak ayakta duran, çoğunlukçu demokrasi ve yönetim anlayışına ve onun parti modeline karşısında solun bir perspektifi var mı? Etrafımıza baktığımızda gördüğümüz toplumsal hareketler içinde NGO’lar üzerinden siyaset yürüten aktivistleri ya da Kürt hareketinde olduğu gibi ulusal ve uluslararası düzeyde geniş bir yapılanma olarak demokratik merkeziyetçi örgütlenme biçimini görüyoruz. Kadın hareketi içinde lobicilik faaliyeti yürüten, ya da doğrudan kadın haklarının sesi olmaya soyunmuş küçük örgütlenmelerin esnek ağlarını görüyoruz. Ama son dönemde toplumsal hareketlerin de biçim değiştirdiğini, NGO’ların devletleşmesinin bunda önemli bir etkisinin olduğunu, meydanlarda kendiliğinden oluşan birlikteliklerin öne çıkmaya başladığını da söyleyebiliriz. Kısaca bu tablo içinde parti siyaseti yine belirsiz bir konumda kalıyor… Son dönemde HDP’nin yarattığı yeni bir modelden söz edilebilir sadece. Bu da bir tür çatı parti modeli… Bu modelin Syriza ve Podemos gibi benzer örnekleri de var. Böyle bakıldığında CHP’nin işi çok zor… Bir ittifak oluşturamamış durumda. Eski tekil yapısını sürdürmeye zorluyor kendisini. Ne lider merkezli popülist bir parti olabiliyor (zaten ona karşı konum aldığı için bu oldukça ilginç ve zor bir durum) ne de solcu bir ittifak partisi…
Bir yandan merkeziyetçi ve antidemokratik yapısını koruyan partiler, diğer yandan liderlerle kurulan tutkulu ilişkiler… Bir yandan en faşizan eğilimlerin doğumuna tanık olurken, diğer yandan doğrudan demokrasi arayışlarının sancılarını görüp işitiyoruz. Temsili demokrasinin sınırlarının liderlere dayanan popülist sağ partilerce zorlanması bizi faşizme doğru itelerken, legal siyasal zeminde alternatif bir demokrasi ve temsil ilişkisi üretemeyen sol ve sosyalist gruplar (buna Kürt hareketini de dahil ediyorum) sürekli temsili demokrasi modeli içinde debelenip duruyor. Tam da bu nedenle ne parti siyasetini tamamen reddedebiliyor ne de onun ötesine geçebiliyoruz.
Ne yazık ki biz parti siyasetini küçümserken en fazla parti siyasetinin bize sunduğu olanakları da dışlamış oluyor ve bir alternatif üretmeden tüm alanları aleyhimize tasfiye etmiş oluyoruz. Bu tartışma sadece bir örgütlenme modeli sorunu da değil aslında. Sol olarak popülist bir siyaset anlayışını çoktan geride bıraktığımızın da işaretleri ne yazık ki… Bence artık parti siyasetinden kopamadığımızla yüzleşelim. Mevcut siyasal koşullarda legal siyaseti dışarıda bırakmanın ne anlama geldiğinin ve sonuçlarının iyi hesap edildiğini düşünerek kurulduğunu sanmıyorum parti siyaseti karşıtı eleştirilerin. Bunun yerine nasıl bir parti ve hangi siyaset sorularını sormak bana daha anlamlı geliyor. (Bunu mevcut koşullardaki legal siyaset çerçevesini reddeden bir parti olasılığını da dahil ederek yazıyorum. Bana bu parlamenter siyaseti reddetmek olarak görünmüyor, mevcut koşulları stratejik olarak ve belirli bir süre için reddetmek olarak görünüyor ki bu her ne olursa olsun son çare olmalı).
Yeni bir siyaseti yeni bir parti modeliyle birlikte düşünen ve kuran bir yerden durum değerlendirmesi yapmanın zamanı gelip geçmedi mi? Mevcut durumda partileri dahi lağveden bir zihniyete baştan teslim olmak yerine, elimizde az kalan her alanın değerini bilerek, ama oraya da sıkışmadan ilerlememiz zor ama mümkün görünüyor bana. Judith Butler Trump rejimi üzerine bir konuşmasında, kendisinin kimseyi bir muhalefet (opposition) etmeye çağırmadığını, muhalefetin ancak taraflar arasında eşit koşulların garanti edildiği asgari demokratik koşullarda söz konusu olabileceğini söylüyor. Ona göre mevcut koşullarda söz konusu olan ise bizzat taraflar arasında muhalefeti mümkün kılan siyasete yani asgari demokratik zemine kastedilmektedir. Bu durumda çağrı muhalefet için değil, sistemi asgari düzeyde demokratik kılmak için “direniş” (resistance) için olmalıdır. Bunun için de en geniş ittifakı kurmak önemli. Bu en geniş ittifakı kurmak için elimizdeki tüm araçların harekete geçirilmesinden başka ne çaremiz var bilmiyorum. En asgari demokrasi talebini içeren bir dil çerçevesinde birlik çağrısı yapan ortak “direniş” yaratma süreci içindeyiz. Sistemin dıştaladığı her varlığın kendini idame ettirmesi bile bir direniş olarak biçimleniyor. Böylesi ortak bir çerçeveden bakarak bu direnişi kucaklamak için parti ve temsili demokrasi önemli bir manevra alanıdır.
Toplumsal ittifakı direniş içinde genişletmeye çağrı yapan Butler’ın sesi her yerde yankılanıyor sanki bugün. En geniş ittifak direniştir… Sadece direnelim her yerde, her araçla, her biçimde ve asgari demokrasiyi yıkmak isteyenlere karış sözü olan herkesle…