Erol Katırcığolu: Ekonomi ve Siyasetin Aralığından Görünenler

2008 ekonomik krizi konusunda hiçbir öngörüde bulunamamış koca bir iktisat camiası kara kara düşünürken, eğer deyim yerindeyse bizde hiç “tık” yok. Nasıl olsun ki? Hemen her gün “siyasi gelişmelerin” para, faiz ve borsaya etkilerini kestirmeye indirgenmiş bir iktisat alanından ne beklenebilir ki? Hele hele düşünce özgürlüğüne son verilmiş Türkiye üniversitelerinde, farklı bir şey söylersem ya da olan bitene bir itiraz kaydında bulunmak üzere bir imza atarsam başıma kim bilir neler gelir diye düşünmekten yorulmuş beyinlerden yeni ne çıkabilir ki?

Oysa 1980’lerin iktisat anlayışındaki neo-liberal iddiaların gelmiş geçmiş en büyük krize yol açıp bir bir döküldüğü şu günlerde Batılı iktisatçıların bazıları iktisatın en temel varsayımlarından biri olan “homoeconomics” varsayımını, yani insanın kendi amaçlarını ençoklaştırmaya çalışan, yani herşeyi “ben” süzgecinden geçiren bir birey olduğu varsayımını sorgulayan önemli adımlar atıyorlar. Bu adımlardan biri hiç kuşkusuz “we-thinking” (Ben olarak değil- Biz olarak düşünmek) üzerine yapılan çalışmalar.[1] Bu çalışmalar nereye varır kestirmek zor ama geleneksel iktisadın dışladığı, insanların tek tek bireyler halinde değil de diğer insanlarla birlikte yaşadıkları ve aldıkları önemli ekonomik kararları birlikte aldıkları gerçeğini yeniden iktisadın alanına getireceği muhakkak. Bunun önemli bir adım olacağını söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle, insanın bencil bir birey olarak kolektif davranabilmesinin yegane yolunun bireysel davranışların “yasaklanmasıyla” sağlanabileceğine inanan geleneksel iktisat anlayışına karşı “Hayır! İnsanlar pek ala bir grup olarak benimsedikleri amaçları aralarında bir yasaklama ilişkisi olmadan da birlikte gerçekleştirebilirler” diyerek karşı çıkmak iktisatçıların üzerine düşünmeleri gereken önemli bir adımdır. Çünkü buradan çevresindeki insana ve doğaya daha uygun  “katılımcı bir iktisat” anlayışı üretmek mümkün. Bireylerin kendi çıkarları doğrultusunda davrandıkları bir iktisat anlayışından, alternatif olarak, kendilerini her ne olarak tanımlıyorlarsa o oldukları bir iktisadi birim anlayışına geçilebilir. Bu bir “yöre” olabilir, bu bir “şehir” olabilir, bir “bölge” olabilir ya da bu bir “firma grubu” olabilir vs.

Her neyse bırakın iktisat cenahındaki bizlerin bu küresel krizin yarattığı iktisadi arayışlar üzerinde düşünebilme imkan ve cesaretimizin kalıp kalmadığını, geçen pazartesi günü TÜİK’in yayınladığı yeni GSYH rakamları ve ilişkili tabloların karıştırdığı kafalarımızdan da bir şey çıkması zor. Nitekim Seyfettin Gürsel de bu kaotik durumu konu alan yazısına “Çöpe giden ekonomik analizler ve iddialar” başlığını koymuş.[2] Geçen hafta başı TÜİK, yayınladığı verileri Avrupa veri sistematiğine uygun hale getirmek için bir zamandan beri sürdürmekte olduğu çalışmaları sonlandırıp yeni serileri yayınladı. Ekonomiyi yakından izleyen iktisatçılar için bu seriler ekonominin trendlerini yorumlamak için gerekli verilerdi. Fakat bu yeni seriler önümüzü daha iyi görebilmemizi sağlayamadığı gibi, şu ana kadar bildiklerimizi de kararttı. Örneğin ekonominin son 3 yılda yıllık ortalama yüzde 3,7 büyüdüğünü biliyorduk ve bu nedenle de AKP’nin iktidar döneminin ilk yıllarındaki yüksek büyüme hızını yakalayamadığını ve bu nedenle de başarısız kaldığını düşünüyorduk. Oysa ne görelim bu yeni serilerde ekonomi bu dönemde her yıl yüzde 6,5 civarında büyümüş. Kısaca TÜİK gibi bir kurumun istatistiklerde manipülasyon yaptığını söylemek istemiyorum. Ama bu veri revizyonunda ortaya çıkan bu durumun izahı oldukça zor. Ne oldu da milli gelirimizde yüzde 20’lik bir artış oldu bunu bilmiyoruz. Fakat gerçek gerçektir ve güneşin altındaki yerini ister. Bu yeni serilerle de baktığımızda, beklediğimiz gibi 3. Çeyrekte Türkiye ekonomisi sert bir fren yapacak gibi görünmekte. Bu yeni ölçümlerle de 3.çeyrekte ekonomi yüzde 1,8 küçülmüş olarak görünüyor. Son çeyrek verileri de benzer düzeyde gelirse ekonominin 2017’de ciddi bir durgunluğa gireceğini söylemek mümkün.

Türkiye’de ekonominin sorunlarının ekonomiden çok siyasetten kaynaklanan sorunlar olduğunu söylersek çok yanlış bir söz söylemiş olmayız. Denilebilir ki siyasetteki sorunlar ekonomiden kaynaklanmıyor muydu zaten? Evet, Batı toplumlarında refahın bölüşümü sınıflar üzerinden, sınıfların görece güçlerinden kaynaklanıyor olabilir ama bu durum bizim gibi ülkelerde tam da öyle değil gibi. Bizde refahın bölüşümüyle ilgili kararlar yalnızca ekonomik sınıfların aralarındaki ilişkilerden değil, toplumdaki “sosyal kimliklerin” aralarındaki güç ilişkilerinden de etkileniyor. Hatta bence daha çok bu ikincisinden etkileniyor. O nedenle de bizde sınıflardan çok, kimliklerin siyasi temsilcilerinin borusu ötüyor. Öyle ki siyaset elitinin gücü ekonomik elitin gücünü aşıyor. Bu nedenle de ekonomideki elitler siyaset karşısında boyunları kıldan ince kalmış durumda.

Bugünlerde iktidardaki siyaset eliti bu gücünü çok daha katmerleyecek bir hamle peşinde. Başkanlık sistemi denilen aslında tek adam yönetimi anlamına gelen bu arayış ekonomideki aktörlerin de gündeminde. Ama ne var ki siyaset önündeki güçleri neredeyse sıfır. O nedenle de hiç sesleri çıkmıyor. Oysa iktisadi konjonktürün gittikçe aleyhimize gelişmekte olduğunu en çok da onlar görüyorlar, böyle bir siyaset savaşının, beklediğimiz ekonomik durgunluğu daha da pekişterecek olduğunu en çok onlar görüyorlar. Ne var ki İslami kimliğin siyasi eliti böyle bir geleceğin farkında bile değil. Onlar kendi gündemleri olan hayali bir Osmanlı benzeri bir Türkiye’yi “Yeni Türkiye” diyerek kurmanın peşindeler. Ekonomiye de, ekonomik aktörlere de aldırmaksızın. Karanlık bir yere doğru gidiyoruz.

Bu böyle gider mi? Bence gitmez ama bu soru da bir başka yazının konusu olsun.

[1]                     Bu çalışmalardan biri için bkz:  “‘We Thinking’ and its Consequences,” American Economic Review, Papers and Proceedings, May 2016, 415-19.

[2]                     T24 (7 Aralık 2016).

 

PAYLAŞ