Eylem Tuncaelli: Suyun Ekonomi Politiği Üzerine

Hepimiz barajların doluluk oranlarından, su kıtlığından, suyun ne kadar süre yeteceğinden ve ne zaman susuz kalacağımızdan bahsediyoruz. Üç tarafı denizlerle çevrili, “su zengini” olarak anlatılan coğrafyadan buralara nasıl geldik diye düşünüyor muyuz?

Yeryüzündeki suyun sadece % 3’ü tatlı su ve bu miktarın sadece % 1’i erişilebilir durumda. Geçtiğimiz yüzyılda dünya nüfusu 4 kat artarken, su ihtiyacı 9 katına çıktı. Endüstri ise geçtiğimiz yüzyılın başında kullandığı su miktarının 40 kat fazlasını kullanıyor durumda. Kullanılan suyun % 85’inin, nüfusun % 12’si tarafından kullanılıyor olması ise, dünya üzerindeki adaletsiz dağıtım hakkında çok şey söylüyor.

1900’lerde erişilebilir suyun % 7’si kullanılırken, yüzyılın sonuna doğru bu oran % 25’e yükseldi. Tarihte erişime açık suyun niceliksel olarak en “bol” olduğu dönemde birileri kıtlıktan mı bahsediyor?

Jean Robert, Suyun ekonomi-politiği adlı kitabında durumu şöyle özetliyor: “Suya bir kıt mal olarak bakılması, bu bakış açısının getirdiği uygulamalar, sürekli daha fazla su ihtiyacını doğuran “bireysel ihtiyaçlar”, “sistem gereksinimleri” ve bu ihtiyaçları karşılamaya yönlendirilmiş mühendislik projeleri geçmişten daha önce hiç görülmemiş bir kopuş anlamına geliyor.

Su kıtlaştı, çünkü boru geçirilen her metrekare, bu boru hattının ucunda sürekli artan daha fazla su talebini garantilemektedir. Borular daha fazla boruları getirmekte. Bu nedenle geçmiştekinden hiç de az miktarda olmayan su gittikçe daha da kıtlaşıyor.”
Ve tamamlayıcı olabilecek bir veri daha: 2008 yılında dünya nüfusunun yalnızca % 5’i suyu ulusötesi şirketlerden satın aldığı halde, bu şirketlerin yıllık gelirleri dünya petrol ticaretinin yıllık gelirinin yarısına ulaşmış durumdaydı.

Ne zaman “gezegenin geleceği konusunda endişeliyiz” deyip toplansalar, sermayenin sürdürülebilirliği ve dolaşımının rahatlaması üzerine karar alıp çıktılar. Kimler mi? Birleşmiş Milletler…

Doğrudan su odaklı ilk toplantı Mar Der Plata’da 1977’de yapılıyor ve içme suyuna erişimin bir insan hakkı olduğunda hemfikir olunuyor. Ancak 1990’larda neoliberalizm suyun bir metaya dönüştürülmesi için tüm kartlarını oynamaya başlıyor.
1992 yılında Rio Zirvesi’ne hazırlık olarak yapılan konferansta BM’lerce benimsenmiş ünlü “Dublin İlkeleri”ne göz atmakta yarar var:
– Hayatın, kalkınmanın ve çevrenin sürdürülebilirliğinde temel rol oynayan tatlı su kaynakları sonsuz ve bozulmaz değildir.
– Su yönetimi, tüm paydaşların katılımıyla gerçekleştirilmelidir.
– Kadınlar, suyun temini, yönetimi ve korunmasında önemli role sahiptir.
– Su, tüm yararlı kullanımları ile ekonomik bir değere sahiptir ve ekonomik bir mal olarak değerlendirilmelidir.

Özetle “su kalkınmanın da temeli; henüz kıt demeyeceğiz, önce sonsuz olmadığının altını çizerek alıştırma yapıyoruz. Yönetim diyoruz; az sonra yönetişim de diyeceğiz bekleyin. Paydaş diyoruz; paydaş derken de halkları kastetmediğimizi anladınız siz. Zaten suyu taşıyoruz; kim demiş su yerel. Kadın meselesini de koyduk bakın ne kadar duyarlıyız. Ve işte asıl derdimiz: tüm kullanımları ile ekonomik bir mal su bizim için… Kim o hala doğal varlık diyen, yaşam diyen?”
Dublin ilkeleri ile diğer kamu hizmetleri gibi su da piyasa malına dönüştü, sektörleştirildi; kâr konusu haline getirildi.

Bu küresel saldırı öyle hızlı yerelleşti ki 2008 yılında Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şube’nin İstanbul’da suya % 134’e varan zamların ve evsel kullanıcıların kullanım miktarına göre ayrı tarifelendirilmesinin iptali için açtığı davada İdari Mahkeme şu kararı verdi:
“Su ücret tarifesinde artırıma gidilirken yukarıda bahsedilen mevzuat hükümleri uyarınca (İSKİ ve Görevleri Hakkında Kanun’un tarife tespit esasları başlıklı 23. Maddesine atıfta bulunuyor.) 4 unsur göz önüne alınacaktır. Bu unsurlar; yönetim ve işletme giderleri, amortismanlar, aktifleştirelemeyen yenileme, ıslah ve tedavi masrafları ile en az % 10 oranındaki kâr ilavesinden oluşmaktadır. Öngörülen en az % 10 oranı, giderlerden oluşan üç kalemin toplamı üzerinden belirlenecektir. Ayrıca kâr oranının en az % 10 olması gerektiği belirtildiğinden İSKİ tarafından bu oranın da üzerinde bir belirleme yapılabilecektir.

Dava konusu olayda, konutlarda su tüketimi arttıkça daha fazla ücret ödenecek şekilde bir tarifelendirilmeye gidildiği, söz konusu tarifelendirme ile su tüketiminde tasarrufun sağlanmasının amaçlandığı, ayrıca yukarıda verilen mevzuatta öngörülen ilke ve kıstaslar göz önüne alınarak yeni fiyat belirlemelerinin yapıldığı görülmektedir.

Bu durumda, davalı idareye mevzuatta verilen yetki çerçevesinde ilke ve kıstaslar dahilinde söz konusu düzenlemelerin yapıldığı anlaşıldığından dava konusu 10.10.2007 tarih ve 2340 sayılı İBB Meclisi kararının hukuka uygun olduğu sonucuna varılmıştır.”
ÇMO İstanbul Şubesi, kamunun sunduğu hizmetten aynı şekilde yararlananlar arasında ayrım yapıldığını, hizmette eşitlik ilkesine aykırı davranıldığını, insanların gereksinimleri altında su kullanmaya zorlandığını, zorunlu gereksinimleri için yeter miktarda su kullandıklarında yüksek tarifeden ödeme yapmak durumunda kaldıklarını, davalı idare ve katılan müdahil savunmalarının bir tüccar niteliği taşıyor olduğunu ve kamu hizmetinin sunulmasında maliyet ve kar hesabı değil kamu yararı ilkesinin önce gelmesi gerektiğini söylemekteydi. Dava hukuka aykırılıktan değil, kamu yararı ilkesine aykırılıktan açılmıştı ve dosyaya emsal kararlar da konulmuştu.

2008 yılında verilen bu karar metninde geçen ifadeler nereden tanıdık geliyor bize?
IWRA üyesi olan Konuralp Pamukçu, 2000 yılında suyun talep esnekliğinin -0,3 ile -0,7 arasında değiştiğini, su fiyatını % 10 oranında artırmanın su talebini % 3 ile % 7 arasında düşüreceğini, kent yöneticilerinin de su arzı sağlama zorluklarını ve bunu göze alarak su fiyatlarına zam yaptıklarını söylüyor. (Su politikaları, Bağlam Yayınları)
Sudan rant sıkanlar…

Sermayenin suyu kontrol altına almayı hedeflediği en önemli anlaşma 1994’te Dünya Ticaret Örgütü’nü oluşturan anlaşmalardan biri olarak imzalanan ve ilk çok taraflı anlaşma niteliğindeki GATS- Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’dır. Bu anlaşmada su, kamu hizmeti olarak kabul edilmemektedir. GATS, kaynaktan temininden, iletim hizmetlerine kadar tüm sürecin piyasa koşullarında değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
1992 Rio Dünya Kalkınma Zirvesi’ni takiben 1995 yılında Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, İsveç Uluslararası Kalkınma Ajansı öncülüğünde GWP – Küresel Su Ortaklığı oluşturuldu ve misyonu küresel ölçekte mali, teknik, politik ve insani kaynakları açısından bütünleşik bir su yönetiminin uygulanması ve geliştirilmesi olarak belirlendi.

Gündem 21, Milenyum Kalkınma Hedefleri, Sürdürülebilir Kalkınama Dünya Zirvesi gibi BM Konferansları birbirini takip eden bir program izlemiştir. İlkinde genel hedefler tanımlanmış, ikincisinde hedefler zamana bağlanmış, üçüncüsünde planlamalar yapılmıştır.
“20. Yüzyılda petrol, devletler ve şirketler için ne ifade ettiyse, 21. Yüzyıl’da da ülkelerin varlık düzeyini belirleyecek, değerli bir meta olan su aynı değerde olacaktır” öngörüsüyle yola çıkan hükümetler, çokuluslu şirketler, BM ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütler 1996 yılında Dünya Su Konseyi’ni kurdular. Yapı, su konusundaki temel politikaları kendi içerisinde belirlemeyi amaçlamakta ve her üç yılda bir Dünya Su Forumu’nu toplamaktadır. 2009’da İstanbul’da düzenlenen Forum’dan hatırlayacağınız gibi bu organizasyon, suyun bir meta olduğundan hareketle, suya ulaşım sorununun ancak özelleştirmeler ile çözüleceğini savunmaktadır. Bugüne kadar Dünya Su Konseyi tarafından Dünya Su Forumu adı altında düzenlenmiş her buluşma kapalı kapılar ardında küresel sermayenin kâr oranlarının ve daha fazla kâr elde etme yöntemlerinin konuşulduğu toplantılar olmuştur. Dünya Su Forumu’nun toplandığı her yerde halklar kendi karşı forumlarını düzenlemiş ve suyun metalaştırılması, piyasa şartlarına indirgenmesine karşı direnişlerine devam etmişlerdir.

BM içerisinde su konusunda en etkili program Mart 2000’de 2. Dünya Su Forumu’nda duyurulan Dünya Su Değerlendirme Programı’dır (WWAP). Bu Program, iki yılda bir yayınladığı Dünya Su Kalkınma Raporu’yla “işletme uygulamaları ve küresel temiz su kaynaklarının kalitesini ve arzını geliştirecek politikalarla ilgili süreçlerin daha iyi anlaşılması için gerekli beceri ve araçları geliştirmek” istemektedir.

1992 yılından sonra süreç öyle hızlı işletilmiştir ki 2000 yılında 40 IMF kredisinin 12’si su temininin kısmi veya tamamen özelleştirilmesini dayatmakta ve “tüm maliyetlerin karşılanması” için politika geliştirilmesinde, sübvansiyonların kaldırılmasında ısrar etmekteydi.

Cehenneme giden taşların nasıl döşendiğinden bahsederken Dünya Su Konseyi’nin 9 kurucusundan biri olan IWRA – Uluslararası Su Kaynakları Birliği’nden de bahsetmek gerekir. Bu hükümetler arası bir kuruluş değil; bilim camiası ve “istekli” bireylerden teşkil. Kuruluş amacını “Dünya su kaynaklarının sürdürülebilir yönetimini geliştirme” olarak tanımlamışlar 1972’de. 2008 bültenlerinde tarımsal sulamanın fiyatlandırılması, yüzey sularının işlenmesinde sermaye yatırımlarının etkileri gibi suyun metalaşmasından sonra dolaşımda ortaya çıkacak konuların ele alındığını görürsünüz. Dünya Su Konseyi’nin kurulma önerisini BM’ye götüren yapı olması, tanınmış bilim insanlarından oluşması ve yayın faaliyetleri ile de nüfus etkisi oldukça yüksek olan bu örgüt de BM gibi, su yönetiminde “bütünleşik havza yönetimine” odaklanmıştır. Çünkü “Havza boyu girişimlerde bulunduğunuzda ekonomik kolaylıklar sağlarsınız. Havzalar sınır tanımadığı için farklı devletlerin katılımını sağlar ve çok taraflı anlaşmalarla işi kolaylaştırırsınız. Üretimde ve tüketimde etkinlik sağlarsanız Pareto Optimumunu da gerçekleştirmiş olursunuz.” der neoliberal ideologlar.

Artı değerin üretimi, yeni tüketimlerin üretilmesi ile mümkün olacaktır. Sermayenin gelişme düzeyi ne kadar ileri olursa, üretimin ve dolayısıyla tüketimin oluşturduğu ayak bağları o kadar büyük olacaktır. (Marx, 1979, s.460)

Bütünleşik havza yönetimi ile havzalar arası su nakli de mümkün hale gelmektedir. Nehir havzalarına yapılan bu tür müdahalelerin su çevriminin devamlılığında sorunlar yarattığı yaşanmışlıkla sabitken o çok sevilen “sürdürülebilir” kelimesinin burada neden es geçildiği elbette nettir.

Elbette bizler, havzanın kendi sınırları içinde planlanmasını, karar mekanizmalarında halkların olmasını, katılımcı bir anlayışla toprak sürenin, su kullananın ilkesini savunuyoruz. Burada anlatmak istediğim, bizim anladığımız havza yönetimi ile gözünü kâr bürümüşlerin bütünleşik havza yönetimi arasında ciddi farklar olduğudur.

Dünya Bankası, IMF, OECD, “kullanan öder” prensibinin gerektiği gibi uygulanması, piyasa temelli araçların kullanılması, daha etkin fiyat mekanizmalarının yürürlüğe konması, kamu-özel işbirliklerinin arttırılması konusunda çalışıyor, şirketleştirme, müşteri katılımının genişletilmesi, mali yapının dönüştürülmesi gibi araçları savunuyor ve hayata geçiriyorlar.
Bu politikaların temelinde enerjiden, tarıma, sanayiden, içme suyuna erişime, yeraltı ve yerüstü sularının arıtılmasına kadar suyun bütün üretim alanlarında bir girdi kabulü ile değerlendirilmesi yatmaktadır.

Özelleştirmelerden sonra ne oldu?

“Elde yalnızca Irk nehrinin pis suları varolduğuna ve pompalarla su boruları ancak kentin nezih yerlerinde olduğuna göre insanlar nasıl yıkanacak?
Bu insanlar… tüm temizlik araçlarından, su boruları ancak parası verildiği zaman döşendiği için suyun kendisinden yoksun bırakılmışlardır…” Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu”

Küresel sermayenin suya erişimin kamusal niteliğinden koparılıp piyasa şartlarına teslim edilme kararından sonra kıta ve ülke fark etmeksizin hep aynı adımlar izlendi.
Önce suyun kıt olduğu ve tasarruf yapılması gerektiği söylendi. Bunun ancak fiyatla baskılandırma ile mümkün olacağı açıklandı. Kamu, zamları yaptı. Ardından özel sektör gelirse suyun ucuzlayacağı ve hizmetin daha iyi verileceği yönünde söylenceler yayıldı ve küresel sermaye suyun başını tuttu.

Bu silsile sadece Latin Amerika’da, Hindistan’da ya da Afrika’da takip edilmedi. Avrupa’da da birçok ülke özelleştirmelerden nasibini aldı.

Özelleştirmelerden sonra Dünya Bankası raporları bile su hizmetlerinin kamu tarafından daha iyi verildiğini söylemektedir. Su imtiyaz haklarının devrinden sonra su fatura bedellerinin 2-3 kat arttığı, bazı ülkelerde salgın hastalıklar baş gösterdiği, iletim vb hatlara yatırım yapılmadığı, maliyet gerekçeleri ile çok sayıda insanın işten çıkarıldığı gözlenmiştir.

Bolivya’da, şirketin halkın yağmur suyunu toplamasına dahi izin vermediği, devletin kolluk güçlerini bu yönde kullandığı, buna karşın ülkede büyük bir grev örgütlendiği ve çıkan olaylarda insanların öldüğü bilinmektedir.

Dünya Bankası’nın, 1999 yılında Cochabamba Belediyesi’ne ait su kurumu olan SEMAPA’nın, Bechtel’in bir yan şirketi olan International Water’a imtiyaz hakkının devri ile özelleştirmeyi tavsiye etmesi ile ilk adım atılır ve Ekim 1999’da hükümet yardımlarını sonlandıran ve özelleştirmeye izin veren İçme Suyu ve Sağlık Önlemleri Yasası kabul edilir. İmtiyaz haklarının devri ile su fiyatları % 200 artar; bir aylık su faturası beş kişilik bir ailenin iki haftalık mutfak masrafı olan 20 $’a kadar yükselir.

Halk suya erişimi kesilince, 2000 yılının başında Suyu ve Yaşamı Koruma Koalisyonu’nu kurar ve bu ittifak, kitlesel seferberlikle şehri dört günlüğüne kapatır. Bir ay içinde, milyonlarca Bolivyalı Cochabamba’ya yürür ve yapılan genel grev ile tüm ulaşımın durması sağlanır. Gelişmeler üzerine hükümet, fiyat artışını geri çekmeyi vaat eder ama vaat sözde kalınca Ekim 1999’ta kabul edilen İçme Suyu ve Sağlık Önlemleri Yasası’nın ve ilgili tüm alt mevzuatın iptali için bir yürüyüş örgütlenir.

Hükümet Nisan 2000’de su protestocularını susturmayı dener; eylemciler tutuklanır, protestocular öldürülür ve medya sansüre uğrar. Tüm bunlara rağmen direniş halkın zaferi ile sonuçlanır ve Bechtel Bolivya’yı terk eder. SEMAPA ve borçları, işçilere ve halka devredilir.

Fakat özelleştirme sürecinin başında yapılan anlaşmalar, anlaşmaların imzacıları kadar acımasız olduğunu da kısa sürede gösterir. Kasım 2001’de Şirket Bolivya devletine karşı, WTO’nun Tahkim mekanizması olarak kullandığı Dünya Bankası’nın ICSID-Yatırım Uyuşmazlıklarının Uluslararası Çözüm Merkezinde 25 milyon $ tutarında bir tazminat davası açar ve “bu tutarın, yatırım miktarının yanı sıra, şirketin kâr beklentisini de içerdiği” açıklanır.

Türkiye’de durum

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 2007 seçim beyannamesinde, barajı bitirilen projelerin, sulama kısmını özel sektörün yatırımına açacağını, köy ve kentlerde içme suyunun kalitesinin artırılmasının hedeflendiğini, su ve kanalizasyon işletmeciliği başta olmak üzere çevre sektöründe, maliyetlerin düşürülmesi ve kalitesinin artırılması için kamunun yanı sıra özel kesimin de katılımının artırılacağını belirtiyordu.

Son yıllarda, Türkiye’de suyun özelleştirilmesi için Dünya Bankası planları dahilinde bir çok proje yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Dünya Bankası, büyükşehirlerde “İSKİ modelinin”, küçük belediyelerde ise “yerel yönetim birliklerinin” kurduğu şirketlerin su özelleştirmesinin ideal modelleri olduğunu savunuyor. Oysa bu modellerin faturalara yansıması, gerçekte kâr dışında hiçbir amacın güdülmediğini gösteriyor.

Örneğin Antalya’da dünyanın en büyük su şirketlerinin, su işletmeciliği imtiyazını 10 yıllık süre ile devralmasından sonra su tarifelerine her ay % 7’lik zam yapılmıştı. İki yılın ardından tartışmalar üst noktalara sıçradı ve yasalara aykırılık içeren tarife uygulaması dava konusu oldu. Yapılan anlaşmalar nedeniyle konu uluslararası tahkime taşındı.
2001’de en pahalı suyu, ÇALBİR sayesinde Çeşmeliler kullandı. 2001 yılında metreküpü İstanbul’da 400 bin lira, Ankara’da 330 bin lira, İzmir’de 440 bin lira olan şebeke suyunu Çeşmeliler,
1 milyon 100 bin liradan kullandılar.
1999 yılında Gama-Güriş, İzmit Büyükşehir Belediyesi, Thames Water, Mitsui, Sumumito konsorsiyumu tarafından tamamlanan Yuvacık Barajı 2006 yılında şehre yetecek suyu tutamadığı için Kocaeli susuz kaldı. Barajın işletmesini yapan Thames Water şirketi ile 16 yıl üzerinden yapılan anlaşma gereği, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tüketse de tüketmese de 142 milyon metreküp su almak zorundaydı. Şirket bu anlaşmayı gerekçe göstererek şehre sağlamadığı suyun parasını istedi.

Edirne Belediyesi tarafından 14 Şubat 2008 tarihinde yapılan ihaleyle su işletmesinin tüm haklarının 30 yıllığına üç firmanın oluşturduğu bir konsorsiyuma verilmesinin ardından yerel muhalefetin etkisiyle ihale 5 Mart’ta resmen yürürlüğe girmeden iptal edildi.
Edirne’deki su özelleştirilmesine dair yapılan ihalede yolsuzluk iddiası ile gözaltına alınan eski milletvekili Ahmet Özal, ifadesinde Türkiye’de 3 bin belediyenin suyun imtiyaz hakkını satacağını ve bununla birlikte ön ödemeli sayaç satışının da olacağını, bunun piyasada 90 milyar dolarlık bir pasta yarattığını söylemişti.

Ön ödemeli sayaçlar hatırlarsanız İstanbul’da da uygulamaya konulmuştu. Hatta ihale ile alınan sayaçların TSE belgesi dahi olmadığına dair açılan davalara rağmen. Üstelik bu hizmetlerin alındıktan sonra ödeneceğine dair kanun hükümleri mevcutken.
Ankara’da 2005 senesinden beri ön ödemeli sistem olan kartlı sayaçlar belli ilçelerde kullanımda. Ankaralıların kesintisiz ve erişilebilir su hakkını elinden alan bu uygulamaya karşı hukuki alanda mücadele verilmekle birlikte ASKİ halen abonelerine kartlı sayaçları zorunlu olarak kullandırmakta, okumalı sayaca geçiş hakkı tanımamaktadır.

Ne yapmalı?

Kamu-Kamu Ortaklığı veya Kamu – Özel Ortaklığı gibi modeller suyun kamu eliyle de ticarileştirilebildiğini göstermektedir. Bu nedenle mevcut haliyle “kamuyu” savunmak bu sorunu ortadan kaldırmayacaktır.

Su, ekonomik bir kalkınma aracı değil tüm canlıların yaşam hakkıdır.
Yukarıda andığımız tüm küresel yapılar, su tüketiminin aktörleridir. Su, merkezi yönetimin hegomanyasından uzak, yerel ölçekte, halkın katılımı esasıyla ve dezavantajlı durumda olanlar lehine suya erişim noktasında pozitif ayrımcılık ilkesi ile paylaşılmalıdır.
Su havzalarının üzerindeki kapitalist baskı kaldırılmalı, rant, yapılaşma, Hidroelektrik Santral (HES) lisansları/ su kullanım hakkı anlaşmaları, maden arama izinleri vb iptal edilmeli, “doğal dengenin sürdürülebilirliği”ne göre koruma politikaları geliştirilmelidir.
Hibrit tohumlar yerine, yerele daha iyi adapte olmuş az su ve besi maddesi tüketen yerel çeşitlere ağırlık verilmesi, geçimlik tarımın güçlendirilmesi, su ve toprağı koruyacak yenileştirilmiş geleneksel tekniklerin geliştirilmesi gibi tarım politikalarındaki değişiklikler mutlaka yapılmalıdır.

Sanayinin yer altı ve yüzeysel sulardan kaçak su çekmeleri engellenmeli, fosil akiferden su kullanımına izin verilmemeli, kullandıkları suyu arıtarak tekrar kullanmalarını sağlayacak yasal zorunluluklar getirilmelidir.

Su mücadelesinde, dünyada en zor koşullarda yaşayan yerel toplulukların çıkarlarından hareket edilmeli ve talepler ortaklaştırılmalıdır. Saldırı küreselse, direniş de küresel olmalı ve yerel, tarihsel ve kültürel tüm farklılıklar göz önüne alınarak bilgi, deneyim paylaşım ağları örgütlenmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.

Canlıların, güvenilir, sağlıklı, içme kalitesindeki suya erişimi bedelsiz sağlanmalı, bu yaşamsal hak kapitalizmin insafsızlığına terk edilmemelidir.

PAYLAŞ