Ferdan Ergut : Ekim’i Yorumlamak

 

Ekim’in Tarihçiliği

Aslında “tarih” sözünü iki apayrı anlamda kullanırız. Bir tanesi “geçmişteki olayların kendisi olarak tarih”, diğeri de “geçmişteki olayların anlatısı olarak tarih”… Tarihçiler tarafından yazılan her şey ikincisinin örneğidir. (Elbette tarihçiler, okurlarında sanki birincisini anlatıyorlarmış hissini yaratmak için ellerinden geleni yaparlar!)

Birinciye (olay) eklenen olayların hepsi elbette ikincisini (anlatı) değiştirir. Ama tersi de doğrudur! Yani, belirli bir tarih anlatısına inanarak eyleyen özneler aslında birinciyi değiştirmektedir.  Örneğin tarihte kendilerine mağduriyetler yaşatıldığını düşünen topluluklar eylediklerinde aslında bir “anlatı olarak tarihe” referansla eylemektedirler; ancak o eylemlerinin yol açtığı sonuçlar da “olay olarak tarih”e eklenmektedir. Sözün özü, iki “tarih” arasında karşılıklı bir etkileşim vardır (Stanford: 12).

Söz konusu olan Ekim Devrimi ve sol olduğunda söylediklerimin daha iyi anlaşılacağını sanıyorum. Bizler, çok uzun süre Ekim’in belirli bir tarih anlatısı üzerinden siyasetler kurduk. Bu ise üç temel sorun yarattı: Birincisi, belirli tarihsel ve mekânsal koşulların ürünü olan bir devrim evrenselleştirildi ve neredeyse devrimlerin genel yasası olarak sunuldu. Bununla bağlantılı ikincisi, başka coğrafyalarda ve başka zamanlarda farklı haksızlıklara karşı farklı biçimlerde mücadeleler vermiş milyonların tarihsel tecrübesine göreli bir duyarsızlık peyda oldu. Ve nihayet üçüncüsü, kendi mücadelelerimizde bu anlatı, bize doğru bir rehberlik yapmadı. Oysa başka bir anlatı mümkündü ve bu satırların yazarına göre o anlatı hakikate daha yakındı. Aşağıda yazacaklarım, satır başlarıyla o alternatif anlatıya dairdir.

1917 Bolşevik Devrimi, tarihin en önemli dönüm noktalarından biridir. Sadece 30-40 yıl içinde dünyanın üçte biri o devrimin doğrudan uzantısı olan, ondan etkilenen ya da onu taklit ettiğini düşünen rejimlerin yönetimi altına girmişti. Hobsbawm, Ekim Devrimi’nin yayılma hızının ancak İslam’ın birinci yüzyılındaki yayılma hızıyla ölçülebileceğini söyler (1996: 72).

Bu böyle olmakla birlikte tarihçilik açısından bahtsız bir devrimdir Ekim. Tam da yol açtığı siyasal sonuçların dünya sistemini etkileyecek boyutta olması nedeniyledir bu… Öncelikle soğuk savaş akademyasının anti-komünist tarihçilerinin eline düştü Ekim Devrimi. ABD’nin en prestijli üniversitelerinin Rusya uzmanı tarihçi profesörlerinin tek hedefleri Ekim Devrimi’ni gayrı-meşru göstermekti. Bu önemliydi; zira Sovyetler Birliği’nin doğum anı olan Ekim Devrimi bir kez gayrı meşru gösterilebilirse, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin kendisi de gayrı meşru olacaktı. Soğuk savaşın “saygın tarihçilerinin” tarihsel hakikatle başkaca bir ilgileri yoktu. Harvard’ın ünlü tarihçisi Richard Pipes şöyle yazıyordu örneğin: “Sovyet Rusya’yı yöneten elit, hakiki bir otorite iddiasında bulunamaz. Lenin, Troçki ve beraberindekiler zorla iktidarı ele geçirmişler ve etkin olamayan ama demokratik bir hükümeti yıkmışlardır [1905’de kurulan meşruti monarşiden bahsediyor. F.E] Başka bir deyişle, kurdukları hükümet küçük bir azınlığın şiddetinden doğmuştur” (aktaran Suny 1987: 2)

Batı’nın anti-komünist tarihçiliği iktidar hırsıyla yanıp tutuşan maceracı bir Lenin portresi çizerken, pro-Sovyet tarihçilerin yazdıkları da –ilginç bir biçimde- bu algıyı tersinden yeniden üretiyordu. Elbette birisi için şeytan olan, diğeri için azizdi. Ama bu grup için de sonuçta Ekim Devrimi, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin dahiyane stratejileri üzerinden açıklanıyordu. Her iki tarihçiliğin görmezden geldiği kısım, Ekim Devrimi’nin “aşağıdan yukarı” tarihiydi.

Ekim’in Öncesi

Ekim’e giden yol, 19. yüzyılın ikinci yarısında açılmıştı. Birçok genç ve kentli devrimcinin köylülere giderek devrimi başlatma hayalleriyle başladı süreç… Herzen’lerden, Lavrov’lardan, terör ve suikast aşamalarından geçti. Ve nihayet Lenin öncülüğünde Bolşevikler işçileri keşfetti. Çarlık Rusya’sının muazzam –ve çarpık- modernleşmesini anlamak için birkaç rakam yeterli olacaktır: Kömür üretimi 1870’de 760 bin ton iken sadece 30 yıl sonra, 1900’de 18 milyon tona ulaşmıştı. 1870’de sadece 260 bin ton demir-çelik üreten Rusya, 1900’da 2.4 milyon ton üretiyordu. Ama siyaseten en önemli sayı, elbette işçi sayısıdır. 1865’de 674 bin olan sanayi işçisi 1901’de 3 milyona ulaşmıştı (Rosenberg ve Young: 11).

Çarı endişelendiren, milyonlarca mutsuz –ama dağınık-köylü kitlesi değil, ortak hareket ettikleri takdirde bütün sanayi üretimini çökertme kapasitesine sahip olan bu işçilerdi. Rusya, dış borç servisini yapabilmek için sanayi üretimine mahkumdu. Milyonlar açken bu üretim ağırlıklı olarak dış borcun finansmanında kullanılıyordu. Kömür ya da demir-çelik üretiminin durması Çara diz çöktürebilirdi. 1 Mayıs 1898 gibi erken bir tarihte bile binlerce işçi St. Petersburg’da açıkça siyasal talepleriyle –sivil haklar, sendika kurmak hakkı, grev hakkı- miting yapmıştı.

Ekim Devrimi’nin, Bolşevikleri merkeze alan “yukardan aşağı” anlatılarında dışarda bırakılan işçiler, 1905’deki kitlesel grevleriyle nelere kadir olduklarını hem Çara hem de devrimcilere gösteriyorlardı. O bir yıl içinde tam 3 milyon işçi greve gitti. Bir yıl içinde bu sayıda işçinin grevde olduğu başka bir ülke yoktur! (Mc Daniel: 41) O yıl, grevleri koordine etmek için kendi aralarında “sovyetler” (meclisler) kurdular. Sovyet delegasyonu fabrika fabrika dolaşarak işçileri greve ikna ediyordu. İşçilerin kendi faaliyetlerini örgütlemek için kurdukları Sovyetlere, devrimci siyasetçiler sonra katıldılar. Ekim Devrimi işte tam da bu işçilerin devrimiydi. Dahası, bu devrim Marx’ın devrim teorisini doğrulayan belki de tek devrimdi. Sanayi proleteryası devrimin öncüsüydü. Birçok Batı ülkesinde proleterya böylesi devrimci bir radikallik sergilemedi. Birçok Batı-dışı ülkedeki devrimlerde ise işçi sınıfının rolü ikincil olmuştu. Bolşevik Devrimi bu açıdan da benzersizdi.

1917 Şubat’ında çöken iktisadi, mali ve askeri yapı, işçi sınıfının eylemleri ve alternatif iktidar odaklarıyla birleştiğinde Çarlık devletinden geriye bir şey kalmamıştı. Ekim, bir devleti çökerten devrim değildir. Çökmüş bir devleti, yeniden kuran devrimdir. (Teorik bir not: Aslında eski rejimleri çökerten devrimcilerin faaliyetleri değildir. Buna inanmak oldukça idealist bir bakış olurdu. Materyalist bir analizin söyleyeceği üzere, devletleri çökerten yapısal nedenlerdir. Devrimler, devlet çöküşünün nedeni değil; sonucudur.)

Ekim’den önceki Şubat Devrimi sırasında Duma Meclisi yeni bir hükümet kurmuştu. Duma koridorunun diğer ucunda ise yüzlerce işçi ve asker ilk Sovyet toplantılarını yapıyorlardı. 1 Mart’ta Duma milletvekilleri, Çar Nikolay’a artık çekilme vakti geldiğini söylerler. Nikolay çekilir. Fakat her baba gibi oğlunun iyiliğini düşündüğünden Çarlığı ona değil; kardeşine devreder. Devreder ama; alacak kimse yoktur. Kardeşi de zeki bir adam olsa gerek; teklifi geri çevirir! Nihayetinde 300 yıllık Romanov hanedanı işte böyle zavallı bir sonla biter (Rosenber ve Young: 35-38).

Çarı deviren Bolşevikler değildi. Çar, eski devletin girdiği ve içinden çıkamadığı yapısal kriz ortamında işçilerin, köylülerin, askerlerin eylemleri, öz örgütlenmeleri sonucunda yıkılmıştı. Oysa sorun yeni başlıyordu. Hemen herkes Çarlık rejiminin yıkılacağını tahmin ediyordu. Öte yandan, yerine gelecek olan rejim hakkında çok az kişinin bir fikri vardı.

Çar’dan sonra Duma’nın kurduğu Geçici Hükümet’in bocalamalarını, bu hükümeti destekleyen Menşevikleri ve SR’ların (“Sosyalist Devrimciler”) kitle taleplerini sahiplenme yolunda gösterdiği ürkeklikleri bu kısa yazı çerçevesinde bir kenara koyalım. Bolşevikler –ve daha az sayıdaki anarşistler- en başından beri Geçici Hükümete muhalefet eden gruplar olmuşlardı (Suny ve Adams: 201).

İşte Lenin ve Bolşevikler bu dönemde farklarını ortaya koydular. Aslında Lenin’in yaptığı kitlelerin taleplerini çok iyi bir şekilde analiz edip o talepleri sahiplenmesi olmuştu. Kent yoksulları ekmek istiyordu; işçiler daha faza ücret daha az çalışma saatleri istiyordu; toplumun yüzde 80’ini oluşturan köylüler toprak istiyordu. Hepsi birlikte ise savaşın bitmesini, yani barış istiyordu.

Bolşeviklerin sloganı “Ekmek, Barış, Toprak” bu dönemde müthiş bir kitleselleşme sağladı. Mart 1917’de birkaç binlik bir kadro olan Bolşevikler aynı yılın yaz aylarında 250.000’lik bir sayıya ulaşmıştı (Anti-komünist tarihçilerin tümüyle göz ardı ettikleri kitlesellik budur) Ama dikkat: Kitleselleşmeyi sağlayan bu sloganın hiçbir sözcüğü Bolşeviklerin icadı değildi. Lenin’in tek yaptığı kitleyi izlemekti. Hobsbawm’ın güzel deyişiyle Lenin “izleyerek önderlik yapmayı bilen” bir devrimciydi. Tam da bu nedenle sosyalist programa uymasa da toprakların, aile çiftlikleri arasında bölünmesini onaylamakta tereddüt göstermedi.

Şubat burjuva devrimi ile birlikte mülk sahibi burjuvalar ile işçiler ve köylüler arasındaki derin algı farklılığı kendini göstermeye başlamıştı. Siyasal reformlar ya da temsili bir hükümet elbette önemliydi; ama emekçiler için “demokrasi” bundan çok daha geniş bir anlama geliyordu. Başta çalışma hakkı olmak üzere, sanayiinin kamusallaştırılması, borçların silinmesi, açlığın engellenmesi gibi talepler halk açısından genel seçimlerin hangi kurala göre yapılacağından çok daha önemliydi. Geçici Hükümet ise bu alanların hiçbirinde adım atmıyor ve bunların çözümünü bir türlü yapılamayan Kurucu Meclis seçimlerine erteliyordu. İşçi sınıfı işte bu dönemde özellikle radikalleşti.  Taleplerinin gerçekleştirilmesinde kararlıydılar; ve Geçici Hükümet tereddüt içindeydi. “Çözülmeyen sorunlar ve kötüleşen koşullar işçileri yaz aylarına doğru radikal sosyalistlerin yanına doğru çekti ve devrimin radikal aşamasının zeminini hazırladı. Bu gelişme, işçilerin dışardan gelen ajitatörlerin etkisiyle hareket eden pasif bir kitle olması nedeniyle değil; kendi taleplerinin Bolşevikler, sol SR’lar ve diğer radikaller tarafından desteklendiğini görmeleri sonucu oldu (Wade: 99).

Şubat’tan sonra kurumsallaşan “ikili iktidar” döneminde resmi iktidar Geçici Hükümet’te olmakla birlikte gerçek iktidar tümüyle Sovyetlerin elindeydi. İşçileri fabrikaya gönderebilecek, askerleri düzeni sağlamaya ya da savaşmaya sevk edebilecek tek güç Sovyetlerdi. Sovyetleri oluşturan işçi, köylü ve askerlerin taleplerinden ürken –daha doğrusu bu radikal taleplerin faşist bir tepki doğuracağından endişe duyan- Menşeviklerin aksine Lenin, bütün Bolşevikleri bu taleplerin arkasında birleştirmişti. 3 Nisan’da sürgünden döndüğünde yaptığı o ünlü konuşma (sonrasının Nisan Tezleri) bu taleplerin bütününün Bolşevikler tarafından sahiplenildiğinin ilanıydı. Tezler basitti: 1. Dünya Savaşı emperyalist bir savaştı ve Geçici Hükümet sonuçta kapitalist bir hükümetti! Lenin, tek bir adımda devrim programının bütün bir toplum tarafından tahayyül edilebilmesini sağlamıştı.

Ama yine dikkat: Lenin’in Nisan nutkunda söyledikleri, zaten Rus toplumunun yapmaya başladığı şeylerdi: Köylüler zaten toprakları ele geçirmeye başlamıştı. Cephedeki askerler zaten bölüklerini terk ediyorlardı. İşçi komiteleri zaten fabrikalarda daha fazla söz sahibi olmak için eylemlere girişmişti. Patronlar reddettiğinde komiteler greve gidiyor, fabrikalara el koyuyor, demiryolu işçileri hatların kendilerine ait olduğunu söylüyordu: Zaten! Lenin’in farkı, bu taleplerin üstünü örtmek ya da bazı sosyalistlerin yaptığı gibi faşizm korkusuyla sistemle uzlaştırmaya çalışmak değil; tam tersine, mantıksal sonucuna kadar götürmek ve Bolşevikleri bu taleplerin partisi haline getirmekti.

Lenin ve Bolşevikler bu hatta ilerlerken o dönemde Sovyetlerin çoğunda iktidarda olan –ve Bolşeviklere göre her zaman daha kitabi Marksistler olan- Menşevikler Rusya’nın iktisadi ve sosyal gelişme düzeyinin bir sosyalist devrim için yetersiz olduğunu ve bu nedenle işçilerin iktidarı almayı hedeflemek yerine taleplerini sınırlamaları gerektiğini söylüyorlardı (Suny ve Adams: 200). Bolşevikler ile Sovyet önderliği arasında gerilimler artıyordu.

Ekim

Ekim’e giden yolda Temmuz’daki kitlesel mitingler, Lenin’in itirazına rağmen düzenlenen ve başarısız olan ayaklanma vardı. Ama ondan çok daha önemlisi General Kornilov’un Ağustos’taki Sovyetlere karşı düzenlediği faşist darbe girişimi vardı. Darbeyi engelleyen ve o günkü burjuva Kerensky hükümetini kurtaran, Petorgrad Sovyetlerinin direnişi oldu. Generalin başarısız darbe girişiminden sonra Rusya’nın her yerinde devlet otoritesi çöktü. Sol ve sağ kanatlara bölünen koalisyon hükümeti tümüyle paralize olmuştu. İşte bu noktada işçiler ve askerler en başından beri hükümete girmeyi reddeden ve “bütün iktidar Sovyetlere” şiarını, parti şiarı haline getirmiş olan Bolşeviklere yüzlerini döndüler. O Sovyetler ki, köy meclisleriyle, fabrika komiteleriyle, yerel işçi ve asker Sovyetleriyle Rusya’nın büyük bölümünde iktidarı ele geçirmişlerdi – zaten!

Ağustos’daki Kornilov darbe girişimini bastırmış olmanın verdiği prestij, bir ay öncesinde Petrograd’daki gösterilere 500 bin işçi ve askerin katılmış olmasıyla birleştiğinde Lenin Eylül ayında iktidarı alma zamanının geldiğini düşündü. Askeri dehası bilinen Troçki’nin koordinasyonunda 25 Ekim’de(Gregoryen takviminde 7 Kasım) Askeri Devrim Komitesi Petrograd’ın kilit bölgelerini ele geçirmişti. Geçici Hükümetin Başbakanı Kerensky kaçmış, diğer bakanlar tutuklanmıştı. Kısa bir süre sonra Lenin Sovyet Hükümetini ilan edecektir.

Dünya tarihini değiştiren bu rejim değişikliği sırasında ne kadar az şiddet uygulandığına, ne kadar az kan döküldüğüne dikkat çekmek isterim. Yönetmen Eisenstein’ın on yıl sonra devrimi anlattığı o görkemli Ekim filmindeki Kışlık Sarayın Bolşevikler tarafından ele geçirilme sahnesinde yaralananların sayısı, o olay 7 Kasım 1917’de gerçekleşirken yaralananların sayısından daha fazlaydı! (Hobsbawm 1996: 80).

Buraya kadar anlatılanlar şunu söylüyor: Bolşevikler Ekim’de iktidarı ele geçirmediler; yere düşmüş bir iktidarı yerden aldılar. Ne kurtarılmış bölgeler kurdular, ne “uzun yürüyüş” düzenlediler, ne dağlara çıktılar, ne de herhangi bir coğrafyada alternatif bir devlet kurdular. Bolşeviklerin yaptığı, kitlelerin kendiliğinden radikalleşen talepleriyle kendi partilerini özdeşleştirmekti. Kitle taleplerinin -örneğin aynı dönemdeki Almanya’nın aksine – neden radikalleştiği ise Rus burjuvazisinin sınıfsal gücünden, Rus devletinin yapısına kadar bir dizi değişkene bağlı başka bir analiz gerektiren bir konudur.[1]

Ekim’in Sonrası

Devrimi doğuran ana dinamik Bolşevikler değildi belki; ama devrim sonrası devleti ve iktisadi sistemi kuran onlardı elbette. İktidarı almışlardı; ama iktidarda kalabileceklerinin hiçbir garantisi yoktu. Dahası, birçok kişi hiç de temelsiz olmayan bir şekilde iktidardaki günlerinin sayılı olduğuna emindi.

Her şeyden önce tek ülkede sosyalizmi kurmak, kapitalizmi dünya yüzünden silmek, sanayii kamusallaştırmak, büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koymak, 1. Dünya Savaşı’nın yükümlülüklerini ve dış borçları reddetmek gibi hedefler kapitalist sistemin hakim devletlerinde elitlerin tüylerini diken diken etmişti. İnanılması imkansız olan şuydu ki, “cahil-cühela” işçiler dünya tarihinde ilk kez devlet kuruyordu. Kapitalist devletler, devrimi boğmak için ellerinden geleni yapacaklardı ve yaptılar da… Ekim Devrimi’nin burjuvazinin tahayyül sınırlarını ne kadar zorladığını New York Times muhabirinin yaptığı “haber”e bakarak da anlayabiliriz. Gazeteye göre Lenin ve yoldaşları (“insan müsveddeleri” deniyordu haberde) Petrograd’da saatte 500 kafa koparan elektrikli bir giyotin icat etmişlerdi ve giyotin durmadan çalışıyordu (Rosenberg ve Young: 55).

Dönemin maddi koşulları da Bolşevikler aleyhineydi. Gıda üretimi ve dağıtımı, ham maddelerin üretimi ciddi bir sorundu. Önlerinde kıtlık ihtimalini de barındıran kabus gibi bir kış vardı.  Bütün bu koşullarda, başta Lenin olmak üzere bütün Bolşeviklerin tek bir hedefi vardı: Dayanmak. Dünya devriminin Rusya’dan çıkmayacağında herkes hemfikirdi. Tek ülkede sosyalizm fikri hepsine yabancıydı. Dünya devriminin fitili, eli kulağında bekleyen Almanya’daki sosyalist devrimle ateşlenecekti. O zamana kadar Bolşevikler bütün gücüyle dayanacaklardı. Ve dayandılar!

O dönemde Lenin’in tek önceliği buydu. Savaştan çekilmek için Brest Litovsk’da Almanların kendisine dayattığı barış koşullarını dahi kabul etti.  Parti içinde büyük bir muhalefetle karşılaştığı dönem bu dönemdir. Sol Bolşevik gazete Sotsial-Demokrat, Brest Litvosk anlaşmasının özünü şöyle ifade ediyordu: “Sovyet iktidarına ölüm, proleteryaya ve onun Kızıl Sosyalist Ordu’suna ölüm…” Ve bütün bunların sorumlusu, anlaşmayı imzalayan Lenin’di!  Lenin bu süreçte, şaşırtıcı bir biçimde, partiyi açık tuttu. Bütün muhalif gruplarla tek tek görüştü, onlarla tartıştı, müzakere etti ve onları ikna etmeye çalıştı. O dönemde Kremlin’de bulunan yabancı gözlemciler Lenin’in bu kadar kolay ulaşılabilir bir lider olmasına nasıl şaşırdıklarını anlatırlar. Kendi çıkarlarının sarsılacağını düşünen yerel “parti patronları” bu açıklık nedeniyle Lenin’i eleştirmeye başlamışlardı (Rosenberg ve Young: 58-59).

Öte yandan, Lenin’in “demokratlığının” elbette ciddi sınırları vardı. Parti içinde bu demokrasiyi ve farklılıkları korurken, parti dışındaki muhalefeti ise her türlü imkanla bastırıyordu. Demokrasinin sınırları Kurucu Meclis seçimlerinde iyice belirginleşecekti. Uzun süredir beklenen ama Geçici Hükümet’in bir türlü cesaret edemediği Kurucu Meclis seçimleri Kasım’da yapıldı. 36 milyon kişi oy kullandı. Bolşeviklerin aldığı oy çok önemli olmakla birlikte (9 milyon), köylülüğün desteğini alan SR’ların çok gerisinde kaldı (21 milyon). Menşevikler sadece yüzde 3 aldı. Ama en önemlisi liberal burjuvazinin aldığı yüzde 5 mertebesindeki düşük oy oranıydı (Hobsbawm 1997: 246). Burjuvazinin ne kadar cılız olduğunu gösteren bu oran, hem devrimin oluşumunda hem de devrim sonrası süreci belirleyen önemli bir veridir (Ama, yukarda dediğim gibi bu başka bir yazının konusu). Lenin, Bolşeviklerin azınlıkta kaldığını görünce Kurucu Meclisi ilk ve son kez Ocak ayında topladı ve sonra dağıttı. Kızıllar ve yabancı devletlerin desteklediği Beyazlar arasındaki iç savaşta Bolşevikler baskı aygıtlarına dayandılar. Anti-komünist tarihçilerin çalışmayı pek sevdikleri kural ve hukuk tanımaz gizli polis örgütü Çeka bu dönemde kuruldu.

Ve nihayetinde Çeka ile Kızıl Ordu ile ve elbette devrim sürecinde organik bir ilişki kurabildiği işçi sınıfının desteği ile Bolşevikler iktidarda “dayandılar”. Batı’da bekledikleri devrim yenildikten sonra ise bütün güçleriyle yeni devleti inşa etmeye giriştiler. Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren işçi sınıfına bakıldığında Marx’ın haklı çıktığı söylenebilir. Sanayi proleteryası devrimi yapmış ve Bolşeviklerin rehberliğinde bir devlet inşa etmeye başlamışlardı. Fakat devrim sonrasında yaşananlar başka bir resim çizer. Sonrasında olanlar Marx’ı değil, Tocqueville’i (1805-1859) haklı çıkarmışa benzemektedir. Devrim sonrasında Marx’ın öngörüsü doğrultusunda “devletin sönümlenmesi” gerçekleşmedi. Tam tersine adım adım, Çarlık devletinden çok daha güçlü ve etkin bir devletin inşası başladı. Bu durum, tam da Tocqueville’in Fransız devrimi özelinden yola çıkarak neredeyse bütün devrimlerin sonrasında beklememiz gerektiğini söylediği sonuca yakındır (Kimmel: 182).

Bugünden baktığımızda görünenler, o günlerde görünmüyordu elbette. Ekim Devrimini takip eden on yıllar boyunca olanlar ve onların nedenleri bu yazının konusunu oluşturmuyor. Ama olup bitenlerin devrimi yapanların kafalarındaki şeye tam oturmadığını söylemek mümkün görünüyor. Devrim sırasında olduğu gibi, devrim sonrasındaki dönemi de anlamak için yapısal ve öznel nedenleri birlikte düşünmemiz gerektiğini söylemekle yetinelim.

Tarihte hiçbir olgunun tek nedeni yoktur. Tarihçiler, çoklu nedenselliklerle çalışmaya alışkındırlar. (Üstelik bu nedenlerden bazıları, üzerinde konuştuğumuz olgunun o şekilde olması yönünde etkide bulunurlarken bazıları da öyle olmaması yönünde etkide bulunurlar. Sonucu “nedenlerin tahterevallisi” diyebileceğimiz süreç belirler. Çoklu nedenler bu nedenle çok önemlidir.) Demem o ki, devrimin uzun dönemde yarattığı sonucu elbette tek bir nedene indirgeyemeyiz. Yine de bu sonucun, Ekim Devrimine ve Bolşeviklere içsel bir nedeninden bahsetmek isterim.

Rosenberg ve Young, Bolşeviklerin önemli bir paradoksuna işaret ederler.  Bütün yazı boyunca anlatıldığı üzere Bolşevikler Ekim’e kadar geçen dönemde işçi sınıfıyla bağlarını hiç koparmadılar. Öncülük yaptıkları kadar takip de ettiler. Rus toplumunun geniş kesimlerinin farklı taleplerini bir devrim programında bütünselleştirdiler ve Bolşevikleri, o taleplerin yegane sözcüsü haline getirdiler. Kendi eylemleri ve örgütlülükleriyle devrimi bizzat gerçekleştiren işçiler, köylüler ve askerler içinde çalıştılar. Halkın öz örgütleri olan fabrika komitelerinde, sovyetlerde çalıştılar. Bütün örgütler içinde kitleyle en organik bağı kuranlar onlar oldu.

Aslında tam da bu yüzden yeni devleti kurabilecek kapasitede olan tek örgüt de onlar oldu. Üretimi devam ettirecek ve üretilenleri demiryollarıyla bütün ülke içinde dağıtabilecek olan işçiler onların yanındaydı, devlet kurabilmek için gerekli olan ordu Çarlıkla birlikte yıkıldıktan sonra boşluğu doldurabilecek en rasyonel örgütlenme olan Kızıl Ordu onların yanındaydı. Ekim’den sonra devlet kurabilecek hemen hemen tek özne Bolşeviklerdi. (Sıklıkla unutulur: Birinci Dünya Savaşı hezimetle sonuçlanmasaydı Bolşevikler kadar şansı olan diğer grup faşistlerdi. Avrupa’nın ciddi faşist hareketlerinden birine sahipti Rusya. Faşistlerin “şansızlığı” şuydu ki, 1. Dünya Savaşında Çarlık ordusu dağılmıştı. Ve ordusuz bir faşizm mümkün değildi.)

Bolşevikler kitle bağı üzerinde yükselerek iktidara gelmişlerdi. Fakat paradoks tam da burada başlıyor: Çok hızlı ve göreli olarak kolay gelmişlerdi! Rosenberg ve Young, Bolşeviklerin o noktadan sonra kitle bağının yaşamsal olduğu fikrinden tedrici bir şekilde uzaklaşmaya başladıklarını söylerler. İyi tarihçilikte “olgu-karşıtı” (counter-factual) argümanlar meşrudur. Yani, neyin ihtimal dahilinde olduğu; gerçekleşen, eğer gerçekleşmemiş olsaydı başka nelerin olabileceği gibi fikir egzersizleri, hayatın gizli dinamiklerini ortaya çıkarabilir. “İyi tarihçiler” koşulu önemli ama! “Olgu-karşıtı” yöntem, ehil olmayan ellerde baştan sona bir fanteziye dönüşebilir. Rosenberg ve Young şu olgu-karşıtını öne sürerler: “Eğer Bolşevikler iktidardayken yenilseler ve tekrar yeraltına çekilseydiler kitleyle tekrar yakın bağlar kurmak zorunda kalacaklar ve parti içindeki kariyerist unsurları temizlemeleri gerektiğini anlayacaklardı. Ama bekleneceği üzere, hızlı politik başarının diyalektiği, güçlü yozlaştırıcı eğilimleri beraberinde getirdi” (Rosenberg and Young: 70).

Bazı Sonuçlar

Toparlama vakti: Ekim Devrimi hiç şüphesiz dünyada yeni bir dönemi başlattı. Başlattığı dönem, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nda anlattığı gibi 1989’da bitmişti.  Dönem bitmiş olabilir, ama tarihte gerçekleşmiş hiçbir olay bitmez. Her dönemde yeniden yorumlanmaya açık –dahası- yeniden yorumlanmaya muhtaçtır. Ekim’den elbette dersler çıkartmaya devam edeceğiz. Yapmamız gerekenleri -ve elbette yapmamamız gerekenleri- konuşurken ona referans vermeye devam edeceğiz.

Ekim’den çıkartılması gereken ilk sonuç “dünyayı sarsan on gün”ün aslında on günden ibaret olmadığını bilmektir. Uzun dönemde şekillenen yapısal sorunların çözülememesi (neden çözülemediği bu yazıda yer almıyor) sonucunda çöken eski rejim, bir devrim sonucunda yerini yeni ve sosyalist bir devlete bırakmıştır. Teoride çok kullandığımız “devrimci durumlar”, devrimcilerin yapıp ettikleriyle oluşmazlar. Devrimci durumların yapısal koşullarına dikkat etmeyenler onun olup olmadığını bile gözleyemezler. Lenin, bütün yaptıklarını bunu gözleyerek yaptı. Gözleyemeyenler  –yani Lenin’in yaptığını yapamayanlar- kısa sürede “madde”nin gücüyle karşı karşıya gelirler. Böylesi durumlarda son, trajiktir.

İkinci sonuç devrimcilerin kitleyle kurduğu bağa ilişkindir. Tarihte çok az devrim Ekim kadar, çok az lider Lenin kadar suistimale uğramıştır! Öğrencilik yıllarımda, 1970’lerde çıkan sosyalist dergileri taramıştım. Hemen hemen bütün örgütler “hakiki öncü”nün kendileri olduğunu söylüyordu. Neredeyse öncü olmak için, öncülüğü telaffuz etmek yetiyordu. Yukarıdaki anlatı, umarım ki, Bolşeviklerin ve Lenin’in “öncülüğünün” nasıl bir öncülük olduğunu yeteri kadar göstermiştir.  Lenin, “devrimci durum”u teoride değil, pratikte gözlemlemiş ve bütün stratejisini o duruma göre belirlemişti.

Bununla bağlantılı üçüncü bir sonuç şudur: Tarihte “büyük devrimler” denince akla üç devrim gelir: Fransız, Rus ve Çin devrimleri… “Büyük devrimler” büyüktür; zira halkın kendisi yapmıştır devrimi. Milyonlarca devrimci, işleri kendi ellerine alıp, yerleşik düzenleri yıkmışlardır. Elbette hepsinde “profesyonel devrimciler” vardır ve katkıları önemlidir. Ama o devrimlerin hiçbirini “profesyoneller” yapmadı! Fransız Devrimini Jakobenler üzerinden, Rus Devrimini Bolşevikler üzerinden açıklamak o devrimleri küçük görmekten başka bir anlama gelmez. Kısaca şöyle: Fransa’nın her yerinde binlerce köylü 1789’da ayaklanarak, şatoları ve içlerindeki vergi ve borç kayıtlarını yakmak suretiyle feodalizmi fiilen ilga ederlerken Jakoben nedir, Jironden nedir zerre bilgileri yoktu. “Bir avuç burjuva”, başkentte bir şeyler tartışıyordu ama kimsenin umrunda değildi! Çin’de hanedanlık 1912’de çökmesiyle başlayan devrimci sürecin başlangıcında Mao daha çocuktu ve Çin Komünist Partisi mevcut değildi.  Ve Ekim: Rusya’nın her yerinde yiyecek ayaklanmaları olduğunda, askerler bölüklerini terkedip sovyetlerini kurduklarında Lenin İsviçre sürgünündeydi ve Bolşevikler yer altındaydı. Sözün özü: Büyük Devrimler, halkların yaptıkları devrimlerdir.

Dördüncü sonuç: Ekim Devrimi tarihsel bir olaydı. Tarih! Yani belirli bir zaman ve belirli bir mekan… Yiyecek ayaklanmaları dünyanın her yerinde oluyordu. Ama 1917’de, Ekim’de, Rusya’da olunca Ekim Devrimi oldu! Dünyanın bu tek işçi devrimini incelerken dört unsuru gözden kaçırmayalım: i) bu devrimi yapanlara haklarını ve saygınlıklarını teslim edelim ve devrimin bütün onurunu “çelik çekirdeğe” vermeyelim; ii)zamana ve mekana bağlı (yani tarihsel!) bu olayı evrenselleştirip bağlamından kopartmayalım; iii) bağlam-bağımlı olmasına rağmen, Lenin ve Bolşeviklerin yapıyı gözleme ve yapıyı zorlama becerisine dair çıkarsamalarımızı bir kenara not edelim; ama iv) bunların hepsini kitleyle birlikte yapma kararlılığını hep akılda tutalım; ve nihayetinde –ve maalesef- v) kitle ile kurulan organik bağ önemsizleşmeye başladığında neler olduğunu da hatırda tutalım.

 

KAYNAKÇA

Hobsbwam, Eric. 1996. Kısa Yirminci Yüzyıl, 1914-1991: Aşırılıklar Çağı. İstanbul: Sarmal Yayınevi.

Hobsbawm, Eric. 1997. “Can We Write the History of the Russian Revolution”. On History içinde. New York: The New Press.

Kimmel, Michael S. 1990. Revolution. Philadelphia: Temple University Press.

McDaniel, Tim. 1988. Autocracy, Capitalism, and Revolution in Russia. Berkeley: University of California Press.

Rosenberg, William G. ve Marylin B. Young. 1982. Transforming Russia and China, New York: Oxford University Press.

Stanford, Michael. 1994. A Companion to the Study of History. Oxford: Blackwell Press.

Suny, Ronald ve Arthur Adams. 1990. The Russian Revolution and Bolshevik Victory. Lexington: D. C. Heath and Company.

Suny, Ronald. 1987. “Revising the old story: the 1917 revolution in the light of new sources”, Daniel H. Kaiser (der.), The Workers’ Revolution in Russia, 1917 içinde. Cambridge: Cambridge University Press.

Wade, Rex. 2000. The Russian Revolution, 1917. Cambridge: Cambridge University Press.

 

 

  • Bu yazı, Birikim Dergisi, Sayı : 284, Aralık 2012’de yayınlanmıştır.

[1] İlgilenen okur, oldukça özgün bir yanıt için McDaniel 1988’e bakabilir.

PAYLAŞ