HDP’Yİ VE DEMOKRASİYİ SAVUNALIM

Türkiye tarihinin en büyük kriz dönemine doğru son sürat ilerliyor. Fonda ekolojik kriz kendini sürekli hissettirirken tüm toplumsal alanlar çürüme ve çökme belirtileri gösteriyor. Bu krizin sorumlusu yaşama, dünyaya, insana dair ne varsa her şeyi piyasa işleyişine kurban eden kapitalist sistem. Tüm dünyada bu kriz ortamından beslenen ırkçı, otoriter, aşırı sağ eğilimler güçlenme eğiliminde. Türkiye özelinde AKP-MHP ittifakı hem bu yozlaşmışlıktan besleniyor hem de krizin hızını ve derinliğini artırıyor.
Ekonomik ve politik göstergeler bozuldukça iktidar daha çok köşeye sıkışıyor. Bu sıkışmışlıktan kurtulmak için de ırkçı ve otoriter söylemlere ve yöntemlere daha çok başvuruyor; HDP yine hedef tahtasına konmak isteniyor. Bir diğer hedef de mülteciler.
Bu filmden bıktık artık
Türkiye’de milliyetçi damarın öteden beri en çok beslendiği alan anti-Kürt ırkçılık. Ne zaman yolsuz bir hükümetin başı sıkışsa hemen medyada milliyetçi naralar atılmaya ve askeri-polisiye operasyon haberleri artmaya başlıyor.
Geçen hafta HDP genel merkezine yönelik provokasyon da bunun bir parçası. Bir polisin bir milletvekilini açıkça tehdit ettiğine şahit olduk yine. İktidarın HDP’yi hedef tahtasına koymasının bir nedeni HDP’nin tabanının önemli ölçüde Kürtler’e dayanıyor olması ise diğer bir nedeni aynı partinin sadece Kürtler’e değil Türkiye’de ezilen/dışlanan tüm kesimlere hitap eden, toplumsal muhalefeti birleştirmeye, ortak taleplerde birlikte mücadele potansiyelini harekete geçirmeye çalışan bir inisiyatif göstermesi. Bu açıdan HDP hem sandıkta hem de sokakta var olan rejime ve gidişata karşı yükselen öfkenin demokrasi, barış ve adalet ekseninde birleşmesi için büyük bir fırsat sağlıyor. HDP, anahtar konumunda; dolayısıyla bu, son derece yozlaşmış, otoriter iktidar için büyük bir tehdit.
Mülteciler gündem saptırma malzemesi değildir
Mülteciler tüm dünyada yükselen günümüz ırkçılığının en popüler siyasi malzemeleri arasında. Türkiye’ye göç eden çoğunluğu savaş, baskıcı rejimler veya aşırı yoksulluk mağduru olan insanların Türkiye’deki yoksulluğun ve işsizliğin baş nedeni olarak gösterilmesi her şeyden önce ahlaki değil. Üstelik bu insanların ülkedeki politik ve ekonomik krizin sorumlusu olduğu fikri son derece yanlış.
Bütün bunlar ortada iken Erdoğan’ın mülteci meselesini gündeme getirmesi bir yandan ırkçılığı yükseltmeye, ama öte yandan da iktidara karşı hoşnutsuzluğu artıran ve iktidarın toplumsal desteğini azaltan yoksulluğun gündemden düşürülmesine neden oluyor (konuyu bu sayımızda yer alan “Sorunlarımızın nedeni mülteciler değil iktidar” yazımızda daha derinlemesine tartışıyoruz).
Erdoğan yine gündem belirler hale geldi
Erdoğan’la “mültecileri biz göndereceğiz; hayır, biz göndereceğiz” kavgasına tutuşmak hem ahlaki değil hem de politik olarak yanlış. Erdoğan’a sağcı, ırkçı fikirlerle “yüklenmek” sadece tek adam rejiminin işine yarıyor. Erdoğan geçen hafta durduk yere mültecileri göndermekten bahsettikten sonra MÜSİAD’ın “biz ucuz işçiyi başka nereden bulacağız” çıkışından sonra çark etmesi aslında o sözde muhalefeti boşa düşürdü.
İkisi de MHP’den kopanlarca kurulan İYİ ve Zafer isimli partilerin başını çektiği “sağcı-ırkçı muhalefet”e Türkiye’nin en büyük sol partisi olarak görünen CHP’nin yarı çekingen desteği, tek adam rejiminden kurtulmak için bile büyük bir risk oluşturuyor.
Erdoğan’ın ilk defa tek başına iktidar olma şansını yitirdiği Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte Erdoğan gündemi belirleme, muhalefeti kendi belirlediği gündemin peşinden koşturma potansiyelini yitirmişti. Bunu sağlayan HDP’nin “radikal demokrasi” söylemi ve Selahattin Demirtaş’ın “seni başka yaptırmayacağız” çıkışı gibi soldan yükseltilen muhalefet olmuştu. Ancak Haziran seçimlerinden sonra bir dizi provokasyon zinciri (Urfa’da iki polisin “faili meşhur” cinayeti, Suruç katliamı, Kürt illerinin neredeyse dümdüz edilmesi, 10 Ekim Gar Katliamı) sayesinde Erdoğan (daha önce kanlı bıçaklı olduğu Bahçeli’nin de desteğini alarak) Kasım seçimlerinden başarıyla çıktı. Erdoğan’a bunu sağlayan ırkçı söylemlerdi ve CHP o dönemde (daha önce her zaman yaptığı gibi) Erdoğan’a arka çıkmıştı. Daha sonrasında da her işgal teskeresine ve Demirtaş’ın dokunulmazlığının kaldırılmasına “evet” diyen bir CHP vardı karşımızda.
Ancak bu durum geçen sene HDP İzmir il teşkilatına düzenlenen ve bir kadın yoldaşımızın katledilmesiyle sonuçlanan provokasyonla birlikte değişir gibi oldu. CHP, ilk defa net bir şekilde bu cinayete karşı tepki gösterdi ve HDP’nin yanında tutum aldı. Toplumsal muhalefetin bir şekilde HDP’nin yanında yer alması sayesinde Erdoğan Haziran-Kasım 2015 arasında sahneye koyduğu kanlı oyunu tekrarlayamadı. Sonrasında CHP meclise gelen işgal teskeresine ilk defa “hayır” oyu verdi, “helalleşme” sürecine başlayacağını duyurdu, Demirtaş ve Kavala’nın hala içeride tutsak edilmelerini doğrudan eleştirdi (her ne kadar Demirtaş’ın mahpus edilmesinde CHP üst yönetiminin de doğrudan sorumluluğu olsa da!), yoksulluğu ve yolsuzluğu gündemde tutmaya devam etti ve en son yüksek elektrik faturalarını gündem etti.
Tüm bu süre boyunca CHP’nin aldığı demokrasi ve barıştan yana tutum, Erdoğan’ın “gündem belirler” pozisyondan “belirlenen gündemin peşinden koşar” hale gelmesini ve toplumsal desteğini hızla kaybetmesini sağladı.
Ancak CHP üst yönetiminin bu tutumunu cesurca ve tutarlı bir şekilde devam ettiremediğine şahit oluyoruz. Bunun en önemli nedeni CHP yönetiminin milliyetçilikten ve neo-liberalizmden (yani sağ hegemonyadan ve onun fikirlerinden) kendini kurtaramamasıdır. Elbette bu durum, CHP’nin tabanının önemli bir kesimini de derinden etkiliyor.
“Gündem belirleme-peşinden koşma” halini belirleyen de bu. CHP’nin AKP’ye gerçekçi anlamda alternatif olabilecek bir politikası yok. Zira şu anki toplumsal sorunlarımızın ana nedeni, piyasa mekanizmasına uygun politikalar izlenmesi. Dolayısıyla bu sorunlardan kurtulmak için toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksulların ve dışlanmışların çıkarına işleyecek, piyasa dışı (ve sağ hegemonyayı kıracak), gerçekten demokratik ve toplumsal barışı sağlama hedefine sahip uygulamalara ve söylemlere ihtiyacımız var. Örneğin döviz kurunun çok yükselmemesi için AKP hükümeti, Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık kaynağını hemen bir sene içinde piyasaya boca etti. Bu kaynak, yerli-yabancı şirketlerin kasalarına girdi. Üstelik bu politika işe yaramadı. Bir ara 18 TL’ye kadar çıkan dolar kuru şimdi yine 15 TL’nin üstünde seyrediyor. Yüksek dış borç stokuna sahip olan, üstelik her sene yüksek cari açıklar veren Türkiye gibi bir ülkede dolar kurunu düşük tutmanın kısa vadeli (piyasa mekanizması dahilindeki) yolu faizleri artırmak, böylece yüksek faizli dış borç bulmaktır. Ancak faizler şu durumda yükseltilirse bunun bedeli ağır borç yüküne sahip şirketlerin hızla iflas etmesi ve zaten yüksek seyreden işsizlik oranlarının fırlamasıdır; bu, tam da CHP yönetiminin savunduğu politika maalesef.
CHP’nin sağ hegemonyaya teslim olmasının politika alanında da bir sürü izdüşümü var. Türkiye’nin en önemli sorunlarından olan Kürt meselesinin demokratik, gerçekçi ve adil bir çözümünü savunmak yerine CHP yıllarca devletin ırkçı, baskıcı politikalarını savundu. Şimdi söylemsel düzeyde birtakım “yumuşama” belirtileri gösterse de aslında bu sorunu ortadan kaldıracak politikaya, yani özerkliğe hala uzak duruyor.
Başka bir örnek, gündemdeki mülteci meselesi. Mültecilerin ekonomik-politik sorun kaynağı olarak görmek yerine hem yurttaşların hem de mültecilerin ortak, demokratik haklarına sahip çıkılmalı. Ama CHP en iyi ihtimalle (o da en az Türkiye kadar otoriter ve baskıcı bir rejime sahip olan) Suriye’yle ilişki kurup mültecileri geri yollamayı savunuyor; o insanların önemli bir kısmı zaten otoriter rejimin baskısından kaçmışlardı. Şimdi oraya dönmeye kalkarlarsa “hain” damgası yemekten nasıl kurtulabilirler? CHP yönetimi göz göre göre o insanları ölüme göndermeyi düşünecek kadar ırkçılık batağına saplanmış durumda.
Demokrasinin yolu radikal demokrasi
Bugün Türkiye’de seçme-seçilme hakkı gibi demokrasinin en temel kurumları ve kuralları bile ayaklar altında çiğneniyor. Kapatılma ve Kobane davalarıyla Türkiye’nin üçüncü büyük partisi sürekli tehdit ediliyor.
Bu tehdit sadece HDP’ye yönelik değil ve HDP’nin kapatılması veya zarar görmesiyle bitmeyecek. Geçtiğimiz günlerde AKP-MHP blokunun tahakkümü altındaki yargı, Gezi Davası’nda inanılmaz kararlara imza attı. Aynı fütursuzluğu şu an CHP’nin yüz aklarından olan İstanbul il başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkındaki gayrimeşru mahkumiyet kararlarını onayarak da gösterdi.
Bu aslında yine başa saran bir film: Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi, Demirtaş ve HDP vekillerinin iktidarın elinde tutsak düşmesine neden olan dokunulmazlıklarının kaldırılmasına “anayasaya aykırı olmasına rağmen”! evet oyu verdiklerinde aslında aynı zamanda kendi vekillerini de iktidara kurban etmişlerdi.
HDP ve bileşenleri nasıl ki Gezi Direnişçilerinin ve diğer tüm demokrasi, adalet ve hak mücadelesi yürütenlerin yanında yer alıyorsa Kaftancıoğlu’yla da dayanışma içinde olacak.
Demokrasiye sahip çıkmak için tüm dışlananlara, sesi kısılmaya çalışılanlara sahip çıkmak zorundayız. Ancak bunun yetmeyeceğini de görmeliyiz. Bugün tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de demokrasiyi tehdit eden esas olgu, piyasa mekanizmasının işleyişi ve sağ fikirlerdir. Bu yüzden bugün demokrasiyi savunmak için piyasa mekanizması karşıtı çözümlere yönelmek ve ırkçılık da dahil her türlü ayrımcılığa karşı çıkarak toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarını öne çıkarmak zorundayız.
Önümüzdeki dönemde oluşturmak istediğimiz Demokrasi İttifakı ancak bu iki temel üzerinden inşa edilebilir ve genişletilebilir.

PAYLAŞ