Kemal Tuncaelli: Avrupa Birliği ve Türkiye

Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkisi yıllar süren şizofrenik durumun ardından acaba yeni bir döneme mi giriyor? Uzun yıllara dayanan ve bir türlü sonlandırılamayan bu aşk ilişkisinde tarafların yeni pozisyonu ne? Taraflar ne istiyor ve ne yapmaya çalışıyor? Karşılıklı verilen mesajların gerçek anlamı ne? Bu soruların yanıtlarını bulmaya çalışırsak belki önümüzdeki dönem için bazı fikirler edinebiliriz. Önce bu ilişkinin tarihine bir göz atalım.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci, 1963 yılında Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu ile ortaklık anlaşması imzalamasıyla başladı. 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması, Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında bir ortaklık çatısı oluşturdu. Bu antlaşma 12 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğe girdi.

12 Eylül 1980 Darbesi AET ile Türkiye arasındaki ilişkilerin dondurulmasına yol açtı. 1983 yılında çok partili seçimlerin yapılması üzerine Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkiler yeniden canlandı. 14 Nisan 1987 tarihinde Türkiye resmen tam üyelik başvurusunda bulundu. Avrupa Birliği’yle bütünleşmenin ilk aşaması olarak Türkiye 1 Ocak 1996 tarihinde Avrupa Birliği Gümrük Birliği’ne girdi. 1999 yılında AB üyeleri tarafından aday olarak kabul edilen Türkiye, 2005 yılında tam üyelik müzakerelerine başladı. 2007 yılında Türkiye 2013 yılına kadar AB hukukuna uymayı hedeflediklerini belirtti; ancak Brüksel, üyelik için son tarih olarak bunu reddetti. 2006 yılında Avrupa Komisyonu Başkanı José Manuel Barroso, üyelik sürecinin en az 2021 yılına kadar süreceğini belirtti.

Bu tarihçede dikkat çekici olan Türkiye’nin demokratikleşme süreci ile AB ilişkilerinin orantılı bir seyir izlemesidir. Türkiye’de demokratik reformlar yapılması AB ilişkilerini güçlendirmiş, AB ilişkilerinin güçlenmesi reformları hızlandırmıştır. Avrupa Birliği’ne üye olma yönelimi Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde en az iç dinamikler kadar önemli bir rol oynamıştır. Müzakere başlıklarının açılması ve iç hukukun AB standartlarına yaklaştırılma çabası, ülkenin evrensel hukuk ilkelerine yakınlaşması süreci ile eşdeğer gitmiştir. Uluslararası sözleşmelerin imzalanması, bu sözleşmelere uyum zorunluluğu, idam cezasının kaldırılması ve CMK’da yapılan değişiklikler ilk akla gelen ve bu değişimin en önemli göstergelerindendir.

Bu da bize gösteriyor ki demokratikleşme çabalarında AB yöneliminin çok önemli bir işlevi vardır. Bu nedenle demokrasi güçlerinin AB yönelimine kayıtsız kalması veya karşı çıkmasının pek akıllıca olmayacağı görülecektir.

AB’de bu konuda çifte bir yaklaşım söz konusudur. Bir kesim Türkiye’nin adaylığına her koşulda karşı olduğundan bu eksiklikleri bahane etmekte, ama sonuç olarak hiçbir şekilde üye olmasını istememektedir. Kendilerine göre başka gerekçeleri vardır ve diğer itirazları bunu gizlemek için kullandıkları bir örtü görevi görmektedir. Bunlara söylenecek tek şey bunun bir lütuf değil şartları gerçekleştiğinde sonuca varması zorunlu anlaşmalardan doğan bir hak olduğudur.

Burada önemli olan dünyada ve Türkiye’de demokrasinin gelişimini samimi olarak arzulayan Avrupa’daki demokrasi güçlerinin tavrıdır. Türkiye’deki demokrasi güçlerine ve demokratikleşmeye güç vermek istiyorlarsa Türkiye’yi dışlayan değil, aksine demokratik reformların gerçekleşmesi halinde AB yolculuğunda Türkiye’nin önünün açılacağını belirtip özendirici bir rol oynamaları gerektiği bu dostlarımıza uygun bir şekilde anlatılmalıdır. Türkiye’yi var olan baskıcı yönetim nedeniyle açığa almak ve dışlamak Türkiye’deki demokrasiye destek değil köstek olmak anlamına gelecektir. Müzakereleri devam ettirip var olan hukuk yapısının AB müktesebatı düzeyine çıkarılması Türkiye’nin demokratikleşme ekseninde önemli çıpalardan birisi olmayı halen sürdürmektedir.

AB’den özellikle 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra gelen işaretler AB’nin Türkiye’deki durumu yeterince kavramadığını ya da amaçların başka olduğu görüntüsü vermektedir. Türkiye demokrasi güçleri ilk andan itibaren darbe karşıtı tavır almış ve bu girişimin karşısında yer almışlardır. Fakat aynı kesimler var olan iktidarın otoriterleşme ve OHAL ile doruğa varan hukuk dışı uygulamalarına da karşı çıkmakta ve ona karşı da mücadeleyi yükseltme çabası içindedirler. Bizim iki kötü arasından birisini tercih etmemiz gerekmez; biz ikisine de karşıyız. Ama var olan baskıcı iktidarın gitmesi ancak meşru ve demokratik yöntemlerle gerçekleştirilmelidir, darbe ile değil. Zaten darbecilerin de demokrasiyi hedeflemedikleri ortadadır.

Avrupa’da şu anda verilen tepkiler kolonyalist ve oryantalist bir bakış açısının örnekleri olarak belirmektedir. Türkiye’ye hak ihlalleri nedeni ile tepki göstermek başka bir şeydir, devletler arası çekişmeler ve çıkarlar gereği cezalandırmaya çalışmak başka bir şeydir.

Bu ülke üyelik koşullarını yerine getirdiğinde – ki bu şartlar, demokrasinin önünün açılmasına katkıda bulunacaktır – ona engel olmaya çalışmak demokratik hassasiyetlerden değil başka nedenlerden kaynaklanmış olacaktır.

AB’nin yapısal sorunları ve yükselen ırkçılık ve islamafobi sadece bu değişik nedenlerin bir örtüsü olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’nin 1964 yılından bu yana yöneldiği Avrupa ekseninden dışlanması, bu ülkeyi başka eksenlerin bileşkesi haline getirir ki bunun AB yararına da olmayacağı açıktır. AB yönelimi Türkiye demokrasi mücadelesinin önemli çıpalarından birisidir ve kaybetme lüksümüz yoktur.

PAYLAŞ