Bu yazıda doğanın parçası olarak çocuktan bahsedilmesi, edilgen ve dezavantajlı birey olarak toplumun ve şehrin yarattığı her türlü kirliliğin en büyük mağdurlarından birisinin çocuk olması durumundan kaynaklanmaktadır. Yazıyı yazarken amaçladığım şey, kentte yaşamak zorunda olan çocuğun kentin içerisinde doğanın bir parçası ve birey olarak yabancılaşması ve kaybettiği hareket özgürlüğünü geri alması konusu üzerine beyin fırtınası yapmaktır.
Son yıllarda kent nüfusu ve kentleşme, insan sağlığını ve doğayı tahrip edecek ölçüde artmış, kent ve çocuk ilişkisinde büyük bir tehdit haline gelmiştir. Bu tehdidi süreç içinde göremeyen insanoğlu, yaşamaya başladığı sağlık ve güvenlik sorunlarıyla olayın ciddiyetini algılamaya daha yeni yeni başlamıştır.
Ayrıca kentler, kurulduğu ve genişlediği alanlardaki yaban hayatı da yok saymakta, en küçüğünden en büyüğüne kadar hiçbir canlıya yaşam alanı bırakmamaktadır. (Ki bu başka bir yazının konusu olacaktır.)
Kent- doğa/çocuk ilişkisinde meydana gelen üç yönlü bozulmanın nedenlerinin başında; teknolojik gelişmelerin çok hızlı hayatımıza girmesi ve uzmanlaşmanın da yaygınlaşarak, yabancılaşmanın normalleştiği kentlerin sonunun öngörülemeyen bir büyüme sürecine girmiş olması gelmektedir. Bir başka deyişle kentte var olan otomobiller, otobüsler, raylı sistemler, hız aşkı, motosikletler, tehlikeli çukurlar, kaynağı belirsiz kötü kokular, çocukları görmeyen otomatik kapılar, asansörler ve daha yüzlercesi ile hayatımızın her yerinde var olan teknolojik ve sözde bizim hayatımızı kolaylaştıran sebeplerden bahsetmek gerekiyor. Tüm bunlar çocuğu topraktan, bitkiden, hayvandan ve sıfır kotundan uzaklaştırmakta, asansörlü apartman dairelerine hapsetmektedir. Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışan biz yetişkinlerin, vakti olmayan bizlerin kurduğumuz ve kutsadığımız; trafiğin hızla aktığı her yerin çamur ve topraktan arındırıldığı, bakkalların kapanıp ışıl ışıl süper marketlere dönüştüğü kentler, çocuk ve doğa düşmanı kentler haline gelmiş; çocukların güvenliği, hareket özgürlüğü ve yaşam alanı kalmamıştır.
Anlatmak istediğim konu ile kısmen örtüştüğü için dünyada yaygınlaşan ve Kendince Yavaş Yaşam, Sürdürülebilir Kalkınma, Kent Ruhu, Yavaş Yemek üzerine 70 ayrı kriterle kentleri değerlendiren ve yavaşlığı çocuk kenti olmayı teşvik etmeyi amaçlayan Cittaslow – Yavaş şehir felsefesi, içinde yaşadığımız kentleri şu şekilde tanımlamaktadır; “Küreselleşmenin etkisiyle şehirler hızlı çalışılan, hızlı yaşanılan ve üretmekten çok tüketen, kendi kendine yetmeyen yaşam alanları haline gelmiştir. Kentler, kuruluş amaçları olan insanların bir arada güven içinde yaşadıkları yerler olmaktan çıkmış, insanların daha hızlı hareket etmeleri ve daha hızlı çalışmaları için tasarlanan mekanlara dönüşmüştür. İnsanların birbirlerinin sıcaklığına sığındıkları, sosyalleştikleri, el emeklerini birbirlerine sundukları sosyal korunaklar olmaktan gittikçe uzaklaşan kentler, insanların tüketim için yaşadıkları sahneler halini almıştır. Yaşamın hızlanması sonucu insanlar daha hızlı yemek yemek, daha hızlı alışveriş yapmak, gidecekleri yere daha hızlı varmak için belli bir tempo içinde koşturup durmaktadırlar. Bu yaşam tarzı bakkallar, manav, terzi gibi küçük esnaf yerine AVM’leri, çocuklarımızın oyun oynayacağı alanlar yerine otoparkları, daha çok park ve yeşil alan yerine geniş otoyolları hayatımıza sokmuştur. İnsanın en önemli değeri olan kısıtlı yaşamını sağlıksız yiyecekler, hava kirliliği, trafik, yalnızlık ve tüketimle harcaması modern yaşamın vazgeçilmezi olarak sunulmuştur. Popüler kültürün de desteklediği hayatı yaşamak için zamanı olmayan, işine arabasıyla hızla giden, oturup kahve içecek bir yarım saati bile olmadığı için yürürken kahvesini içen, yetişmesi gereken bir yerler olduğu için yemekten zevk almak yerine ayakta hızlı bir şekilde “beslenen”, komşularını veya yerel esnafı tanımayan modern insan modelinin sürdürülebilir olmadığı ortadadır.” (https://cittaslowturkiye.org)
Biz mimarlar, şehir plancıları, mühendisler, hukukçular, politikacılar kent ve kentsel dönüşüm üzerindeki ranta, politikalara, konunun teknik boyutlarına ve derinliklerine kafa patlatırken meselenin özünden, ruhumuzdan, belki de ideal yaşam düşümüzden çok fazla uzaklara gidiyoruz. Birisi bize yaşadığınız şehrin en büyük sorunu nedir diye sorunca aklımıza ilk gelen trafik, kirlilik, gürültü oluyor. Kötü şehirleşmeyi yolu olmayan, sokaklarına araba giremeyen, çamurlu mahalleler olarak tanımlayıveriyoruz. Meselenin taraflarında; daha geniş ve daha uzun yol yaparak, daha çok otopark inşa ederek, beton asfalt dökerek çözmeye çalışan yerel yönetimlerden, daha çok yeşil alan isteyen, daha az gürültü isteyen şehirliye, nüfusun fazlalığından, kontrolsüz göçten şikâyet eden yerliye kadar herkes var. Sanayi alanları, kent merkezleri, toplu ulaşımlar, spor alanları, eğitim, sağlık, rekreasyon, ticaret, yoğunluk, altyapı, enerji tüketimi, kişi başına düşen aktif yeşil alan ve uzmanlara göre daha milyonlarca teknik kriteri var iyi bir şehrin. Ama bu kriterler ruhumuzun önünde gidiyor, bahsettikleri kentler gibi ruhumuzdan hızlı giden kriterler.
Üniversitede okurken proje ve bina bilgisi derslerinde hocam olan ve şimdilerde serbest takılmayı tercih eden bir mimara, kent ile ilgili bir sohbette “iyi bir kenti nasıl tanımlarsınız hocam?” diye sormuştum, o da bana bu yazının da konusunu oluşturan çocuk üzerine inanılmaz bir tanım yapmıştı; “bir çocuğun tek başına evinden çıkıp güvenle bakkala gidip kendisine lolipop alıp yine güvenle evine dönebildiği kent iyi bir kenttir” demişti. Daha sonra da buna “LOLİPOP KRİTERİ” adını koydu… İşte tam anlamıyla ruhumuz için iyi bir kentin tanımıdır bu kriter. Bu sade ve basit tanım, bizlerin sürekli kıvranarak anlatmak istediğimiz ama anlatamadığımız herşeyi fazlasıyla içinde barındırıyor. İçinde yaşadığımız kentlerin son 50 yılda elimizden neyi aldığını, kentsel dönüşümün neye göz diktiğini anlatamıyoruz ya, ama huzursuzuz ya hep, işte cevap LOLİPOP ’ta saklı olsa gerek.
Yazının başında da belirttiğim gibi, çocuk içinde doğayla uyumu, çocuk içinde güvenliği, çocuk içinde dürüstlüğü, çocuk içinde öğrenmeyi, çocuk içinde hafızayı, çocuk içinde dezavantajlılığı, hayal gücünü, yavaşlığı, cinsiyetsizliği, toprağı, neşeyi ve yeşili barındıran ve aynı zamanda şenlikli sevimli bir kavramdır. Çocuk ekolojiktir, o yüzden tanımı çocuk üzerinden kurmak son derece açıklayıcı ve isabetli bir yaklaşımdır. Gözlerinizi kapatın ve kentteki otomobillerin yerinde koşuşturan çocukları, otomobil gürültüsü yerinde de çocuk seslerini hayal edin. Birisi bize “iyi bir kent nasıl olur sence?” diye sorarsa onlara her şeyden önce “İYİ BİR KENT İÇİNDE ÖZGÜR ÇOCUKLARIN BAKKALDAN LOLİPOP ALABİLDİĞİ YERDİR” deyin.