Bugün yakıcı olarak, iç siyasetin temel tartışma konusu, 15 yıldır iktidarda olan AKP’nin 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çevirerek inşa etmeye çalıştığı tek adam rejimidir. AKP ve lideri Erdoğan’ın iktidarını yeni ittifaklarıyla ve buna uygun bir siyaset değişikliğiyle kalıcı kılmaya çalıştığı bir dönemin içinden geçilmektedir. Tabi ki, AKP’yi her daim belirlemiş olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasetteki belirleyici kişiliği, yaşanmakta olan sürecin, çoğulculuktan ve katılımcılıktan uzak bir seyir izlemesine neden olmaktadır.
Bir süredir, toplumun muhalif kesimlerini tümüyle düşman gören ve bertaraf edilmesi zorunlu görülen bir devlet yönetimi Erdoğan’ın baskın kişiliği ile kurumsallaştırılmaya çalışılmaktadır. Yeni bir rejim inşa edilmeye çalışılırken, özellikle Erdoğan ve yakın çevresindeki yönetici elit, bu süreci sadece muhaliflere yönelik baskı ve yıldırma siyasetiyle değil, AKP içerisinde de derin bir çatlak yaratarak, parti içi operasyonu da devreye sokmuş durumdadır.
Aslında bugün karşı karşıya olduğumuz kriz, 12 Eylül askeri darbesi ile inşa edilen tekçi, vesayetçi, anti demokratik rejimin krizidir. 12 Eylül zihniyetinin yarattığı siyasal düzen, kimliğinden, inancından ve siyasal duruşundan ötürü birçok mağduriyet alanı yaratmış ve mevcut sistem bu mağduriyet alanlarının taleplerini içerebilecek bir çözüm üretemediği gibi, mağdurlarla çatışan ve iç gerilimin tetikleyicisi olan bir vaka olarak krizin ana sebebi olmuştur.
1980 öncesinin bütün demokratik kazanımlarının yok edildiği, sindirildiği ve baskılandığı bir dönemin ardından, toplumsal yaşam bütünüyle 12 Eylül ürünü yeni bir rejimin inşasıyla şekillendi ve bu süreçte, bütün kurumsal yapılar buna uygun bir şekilde örgütlendi. 12 Eylül yasalarıyla oluşan meclis, anti demokratik siyasi partiler yasası ve seçim yasalarıyla, toplumun farklı kesimlerini dışlayan, çoğulcu/katılımcı olmayan çoğunlukçu bir rejimin sözde meclisi olmaya mahkum oldu.
Yargı alanı tamamen 12 Eylül ürünü bir hukuk sisteminin oyun kuralına uygun bir şekilde hep siyasi iktidarların vesayeti altında örgütlendi. Toplumun vicdanı olacak ve toplumsal barışın teminatı olabilecek bir yargı isteği ve mücadelesi sürekli güncelliğini korudu. Ordunun sivil siyaset üzerindeki vesayeti de bu dönemin en temel tartışma konularından biri olarak hep gündemde kalmaya devam etti.
Kısmen zaman zaman kimi reformlarla mevcut rejimin törpülenmesine tanık olduysak da bunlar kalıcı demokratik adımlar olamadı ve her kriz döneminde tekrar geriye dönülmek suretiyle, 12 Eylül rejiminin yaşatılması sağlandı. Bunun en katmerli dönemini yaşamakta olduğumuzu söyleyebiliriz. Özellikle Türkiye’nin demokratikleşmesinin anahtarı olan Kürt meselesinde yaşanmış tartışmaları, bu tartışmalara bağlı kısmen ortaya konulan çabaları hatırlayacak olursak, bunun özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçlarına ve Suriye savaşı merkezli Ortadoğu politikalarına bağlı bir şekilde nasıl hemen ötelendiğini, yok sayıldığını da görmüş oluruz. 16 Nisan 2017 referandumu tüm bu geriye dönme adımlarının ve 12 Eylül rejimini daha da kalıcı kılacak adımların toplumsal desteğinin ve ona uygun bir hukuk oluşturma girişimi olduğunu da bilmemiz gerekir.
Artık ne AKP kuruluşundaki ve sonrasındaki söylemlere sahip bir AKP’dir, ne de ittifak halinde olduğu güçler başlangıçtaki müttefikleridir. AKP çıkışı itibarıyla, özellikle ana akım egemen siyasetin ve de ana akım muhalefetin sürekli olarak üretmeyi başardıkları mağduriyet alanları üzerinden kendisine siyaseten kanalı bulmuş bir partidir.
Gerek farklı kimliklerin gerekse farklı siyasi grupların üzerindeki ağır bürokratik/siyasi vesayet, siyaset alanındaki demokratik haklara yönelik baskılar, sivil siyasetin askeri kurumların vesayetine teslim olmuş halleri, AKP’nin çıkıştaki söylemlerinin şekillenmesine ve karşılık bulmasına olanak sağlamıştır.
O günlerde kendi siyasi varlığını bu olanaklardan yararlanarak ve fırsata çevirerek somutlaştıran AKP, bugün geldiği nokta itibarıyla şimdi özellikle adalet meselesi başta olmak üzere, birçok meselede yarattığı mağduriyetlerle, toplumsal muhalefete yeni fırsatlar/olanaklar yaratmaktadır. Her kriz dönemi aslında toplumsal muhalefet için kullanabilir fırsatlar yaratır. Geçmişte yaratılan fırsatları değerlendirerek yol almış olan AKP karşısında, şimdi toplumsal muhalefetin, AKP tarafından yaratılmış fırsatları değerlendirip değerlendiremeyeceğinin sınandığı bir sürece adım atıldığını ifade etmek yanlış olmayacaktır.
Ancak ana akım muhalefette ve toplumsal yaşamda belirleyici güce sahip güçlerdeki aklın pek değişmediğini/değişemediğini görmekteyiz. Toplumun muhalif alanını belirleyici bir şekilde tutan, bu ana akım muhalif anlayışı etkileyecek ve değiştirmesine vesile olabilecek bir basınç oluşturulmadan, muhalefetin mevcut iktidarı geriletebilmesi ve yerine konulacak seçeneği toplumun farklı kesimlerinin önüne koyabilmesi mümkün değildir.
12 Eylül’le tesis edilen anti demokratik bu düzenden arınma ve yerine daha özgürlükçü, katılımcı, eşit ve demokratik yeni bir düzen inşa etme görev ve sorumluluğuyla hareket edilmesi gerekir.
Yeni ve demokratik bir cumhuriyet inşa edebilmek için, bugünkü mağduriyet alanlarını görmeden yol yürümek mümkün değildir. Ya da mağduriyetler arasında ayrımcı davranarak, bugün ihtiyacımız olan yeni rejim inşası mümkün değildir. İşte burada eski politik aklın kendisiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak zorunludur. Bugün adalet talebini barış meselesinden ayrı tutarak, adaletin toplumsallaşması sağlanamaz. Şayet bu ülkede adalet sağlanacaksa bu barışın kazanılmasıyla mümkün olacaktır.
Bu anlamda Kürt meselesinin barış eksenli ve demokratik yollardan çözümü için çaba göstermek, bunun için taşın altına elini sokmak zorunludur. Bu aynı zamanda dış politikada da muhalefetteki egemen zihniyetle hesaplaşmayı gerektirir. Yani bugün içerideki Kürt meselesinin çözümünü artık, Ortadoğu’da olup bitenden ayrı ele alamayız. Bugün bölgedeki Kürtler söz konusu olduğunda, içeride İktidar ile ana akım muhalefetin ortaklaşması bir sorun alanı olarak öne çıkmaktadır.
Başta CHP ve etrafında kümelenmiş olan sol/ sosyalist yapıların bu gerçekle yüzleşmeleri ve kendilerini aşarak, dünyanın farklı deneyimlerinde olduğu gibi, bizim kendi siyasal yaşamımızda da gerçekçi, bir yola girmeleri ve mevcut zihniyetten arınmaları gerekir. Milliyetçi/ulusalcı hassasiyetler üzerinden değil, çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü demokratik bir yaşama dayalı hassasiyetler üzerinden yenilenerek yeni döneme müdahil olunmalıdır.
Tabi ki burada bu hedefe ulaşılmasında sadece CHP ve sol /sosyalist hareketlerin bu gerçeğe göre hareket etmeleri yetmez, eş zamanlı olarak Kürt siyasetinin de barış eksenli ve demokratik çözümdeki ısrarının yeni adımlarla sürdürülmesi gerekir. Özellikle, şiddeti sonlandıracak yolların bulunması ve bu konuda şiddeti sonlandırma gücüne ve yetkisine sahip olanların demokratik siyasete yeni fırsatlar verecek adımları atması zorunludur. Sözün kısası, ölümleri durduracak, şiddeti geçerli yol olmaktan çıkaracak bir politik aklı mevcut tekçi, baskıcı ve diktatörlük inşasında hevesli bir iktidardan beklemenin mümkün olmadığı koşullarda, bu adımı atacak bir sorumluluk ve görev Kürt siyasetinin çok bileşenli yapılarının omuzlarındadır.
Muhalefetin, yenilenmeden ve kendi değişimini gerçekleştirmeden AKP’yi geriletmesi, durdurması mümkün değildir. Bu anlamda, bu iktidar karşısındaki bütün güçlerin, bu yeni duruma uygun yeni politikalar geliştirmesi ve sahaya inmesi zorunludur.