Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bugüne, 2000’li yıllara kadar geçirdiği aşamalar incelendiğinde, iktidar sahipleri ile dışlanmış toplumsal kesimlerin mutabakatı hiçbir şekilde sağlanamamıştır. Ulus devletlerin ruhunda olan faşizan uygulamalar demokratikleşmenin hep önünü keserek gelmiştir. Bu nedenle yüz yıllık tarihimiz, mutabık olunmayan bir rejim inşası ile bu rejimle hesabı bitmeyenlerin iktidar kavgalarına sahne olmuştur. Darbeler, muhtıralar, sıkıyönetimler, OHAL uygulamaları ile elde edilen vesayet rejimleri, dönemsel farklılıkları da dikkate alırsak iki süreç arasındaki en kısa bağlantıyı kurmuş oluruz.
Ulus birliği, milli egemenlik, resmi tarih paradigmaları üzerine kurulu cumhuriyet tarihinin dört anayasası vardır. 1876 Kanuni Esasi’yi kaldırmayan geçici 1921 Anayasası, ikincisi Meclis tarafından hazırlanan 1924 Anayasası ve her ikisi de askeri darbelerden sonra gelen, her ikisi de halk oylaması ile yürürlüğe giren, yine her ikisinde de sivil kanatın yetkilerinin çok sınırlı olduğu 1961 ve 1982 Anayasaları. Darbelerle kendini yenileyen devlet aklı aynı zamanda çok partili döneme geçiş, kapitalist sistem içerisinde şekilleniş, jeopolitik durum, NATO müttefiki olunması gibi birçok gelişmelerle denge ilişkileri içerisinde inisiyatifi elinde tutarak varlığını sürdürmüştür.
Ulus devlet paradigmasının ve aydınlanma felsefesinin iflasıyla gelen küreselleşme ile dünya güçleri için yeni denge arayışlarına yönelmişlerdir. Küreselleşme sürecinin özellikleriyle de tutmayan yeni dönemin ortaya çıkardığı en somut gelişme popülist lümpen liderliklerle umut ile umutsuzluğun, toplumsal kaygılarla toplumsal sempatinin iç içe geçtiği, kutuplaşmaların derinleştiği yeni iktidar odakları yaratmıştır.
Bir yandan sınırlar açılıp milyonlarca göçmeni herhangi bir statü vermeden olumsuz koşullarda da olsa kabul etmesi üzerinden geliştirilen hümanizm edebiyatı, diğer yandan ülkesinde Kürtler, aleviler, emekçiler başta olmak üzere diğer toplumsal kesimleri yok sayarak her türlü insan hakları ihlallerini çekinmeden uygulaması. Bu durum yüzü sürekli batıya dönük bir demokrasi ile şekillendirilen Türkiye rejimi için kaotik bir durum oluşturmaktadır.
Ulus devletlerin küresel dünyaya bıraktığı ‘’öteki’’ kimliklerin yok sayılarak milli duygularla, tek devlet, tek millet, tek mezhep söylemiyle sürdürdükleri politikalarına ‘’derinlik’’ kazandırarak milliyetçilerin, muhafazakarların her türlü hak ve özgürlüğün temsilcisi, işsizliğin, doğal kaynakların tükenişinin, göçmen mülteci sorununun tek çözüm odaklarıymış gibi paradoksal bir konjonktür oluşturabilmeleri gibi sunulması dönemini kendi çelişkileriyle birlikte yaşamaktayız.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde kuruluşundan günümüze değişmeyen durum ölümlerdir; faili meçhullerle, suikastlarla veyahut ağırlaştırılmış müebbet, tecrit yoluyla hapis gibi ‘silahsız kuvvetler’ aracılığıyla öldürme yetkisidir. Yasal olarak idam cezasının olmaması -ki dönem dönem dillendirilebilmektedir- veya evrensel değerler açısından şimdilik mümkün gözükmemesi bizleri konformistliğe itmemelidir. Devletle organik ilişkisi olan ‘’vatandaş’’ ya da gruplar tarafından ölüm cezası infaz edilebilmektedir. Modern tarih boyunca, öldürme yetkisine karşı duruşun ise, insanı merkez alan, insanı ve yaşamı kutsayan bir noktanın ötesine geçmediğini görmekteyiz. Gittikçe merkezileşen otoriterleşen dünyada böylesi bir muhalif anlayışın, merkezileşen iktidar mantığı ile uyumsuz olmadığı da görülmekte.
2000’li yıllarda, Kürt hareketinin mücadelesi, AB sürecinin pozitif etkileri, küresel sermayenin Türkiye’de yatırım istekleri gibi etkenlerin beraberinde Kürt sorununu çözmeyi taahhüt eden AKP iktidarı, yok sayma yönteminden farklı olarak, Oslo görüşmeleri, Habur süreci ve devamında Çözüm Süreci ile Kürtleri muhatap almıştır. Demokratikleşme kırıntıları içerisinde geliştirilen ‘’İleri Demokrasi‘’ söylemi ile de uyumlu gözüken bu gelişmeler, adeta barış demokrasinin teminatı gibi bir algı yaratmıştı. Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki demokrasi barış sürecinin teminatıdır. Ancak devamında ‘’demokratikleşmenin’’ askıya alınması, tekrar dönülen geleneksel devlet mantığı ve Suriye iç savaşında izlenen politika, aynı zamanda AKP’nin Kürt meselesini kendi varlık ve sürekliliğinin aracı haline getirmesine denk düşmektedir.
Mağduriyet ve demokrasi uzantıları olan bir siyaset ile güçlenen politikalarının ve bunun gereklerinden koparak biçimselleşmesi şiddet politikalarına evrilmeyi kaçınılmaz varlık aracı haline getirmiştir. İktidar gücüyle gittikçe pekişen bu değişim, hızlı bir şekilde etnik, inanç, yoksulluk gibi sistemin tüm ezilenlerinin sorun alanlarını da görünmez hale getirmektir. Kısaca demokrasi açılımları olan bir süreç tüm yoksunlukların muhalif alanlarının silinmesiyle sonuçlanmıştır.
Barış sürecinin ortaya çıkardığı bir başka durum da, iklim toplumsal gerilimi zayıflatırken, siyasetin demokratik zeminlerde yürütülmesine de vesile olması oldu. Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı ile pekiştirilen Türkiye için farklılıkların biraradalığı, sistemin yok saydıklarına kapı açan, ileriye dönük toplumsal bir yaşam öngörüsü olan yeni yaşam çağrısının HDP öncülüğünde 7 Haziran seçimlerinde karşılık bulması, AKP’yi siyaset alanından şiddet, baskı, yok sayarak ileriyi kurgulamaya; 1 Kasım seçimlerine ve devamına sürüklemiştir.
Bu sürüklenme halinin iktidar açısından yarattığı iç-dış çelişkilerinin de derinleşmesiyle 15 Temmuz ortaya çıkmıştır. Darbe girişiminin ‘’bertaraf’’ edilmesi sonrasında uygulamaya konulan OHAL, KHK’ler totaliter bir rejimin, anayasa değişiklikleri ile kurumsallaşmasının önünü açmıştır. Bu durumu kesinleştirecek olan referandumla ‘’Yeni Türkiye’ye ‘’, ‘’Güçlü Türkiye’ye’’ ulaşılmış olacaktır!…
Bizlere düşen görev ise; egemenlerin tasavvuf ettiği bir yaşam anlayışından farklı bir yaşam anlayışına ve bu anlayışın şekillendirdiği bir siyasi pratiğe ulaşmak, egemen iktidara karşı direnişin her zaman tezahür edebileceği bir siyasette ısrarcı olmaktır. Çünkü umudun da kendisidir bu ısrar. Devlet gücüyle halka ‘’EVET’’dedirtmek muktedirin kaybetmeye aday olduğu andır zaten.
Tüm yaşam alanlarının yeniden dizayn edilmesi, tek bir aklın sözünün belirleyen olmasına karşı, farklı toplumsal kesimlerin birlikte ‘’HAYIR’’ demesi, aslında toplumsallaşabilmenin, demokrasi kültür birikiminin önemli bir eşiğinin oluşmasının ve iktidar gücüne karşı direniş siyasetinin mevziisi olacaktır.
Ana Sayfa Köşe Yazıları Özgür Efe: Devlet Gücüyle Halka ‘’EVET’’ Dedirtmek Muktedirin Kaybetmeye Başladığı Andır