Özkal Yüreğir: Bilirkişi Keşfi Üzerinden Akkuyu’yu Anlama Klavuzu

“4800 MWe Kurulu Gücünde Olan Akkuyu Nükleer Güç Santrali Projesi (Nükleer Güç Santrali, Radyoaktif Atık Depolama Tesisi, Rıhtım, Deniz Dolgu Alanı Ve Yaşam Merkezi” Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporunun olumlu kararının iptali istemiyle açılan itiraz davası ile ilgili 11 Temmuz 2016 ve 5 Aralık 2016 tarihlerinde yapılan bilirkişi keşif notları;

Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun olumlu kararının iptali istemiyle açılan çok sayıda dava dosyasının birleştirilmesi ve ortak keşif yapılması kararı ile Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin de 2015/5187 E. Dosya numarası ile  davacı olduğu davanın yerinde bilirkişilerle yapılan keşiflerinde Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’ni temsilen katıldım. İtiraz gerekçelerimizi de konu başlıklarının içerisinde yeri geldikçe sıraladım.

Kamuoyunda yakın takip edildiği gibi davanın 11 Temmuz 2016’daki keşfinden 4 gün sonra ülkemizde darbe girişimi yaşandı ve devamındaki süreçte bilirkişi heyetindeki Jeofizik Bilirkişisi görevinden alındı, yerine yeni bilirkişi atandı ve 5 Aralık 2016’daki ikinci keşif de Akkuyu bölgesinin depremselliği, arazi yapısı, nükleer santral kurulması için inşaata uygun zemin yapısının olup olmadığı gibi jeofizik bilirkişinin uzmanlığı kapsamındaki itirazlar görüşülmek üzere santral sahasında gerçekleşti.

Her iki keşfin de toplantıya katılan nükleer karşıtları açısından önemi, şimdiye kadar yapılan tüm itirazların, derli toplu bir şekilde yeniden dile getirilmiş olmasıdır.

Akkuyu Mersin’in Gülnar İlçesi Büyükeceli Beldesi’nde yer alan, genel olarak Akdeniz’in en güzel yerlerinden birisi olan, nüfus yoğunluğu az, ulaşımı zor bir yerde çam ağaçlarının denizle birleştiği bir noktada yer alan şahane bir koylar topluluğu. Zaten nükleer santral kurulması için yer belirlemesinde buranın seçilmesindeki en önemli kriterlerden birisi de nüfus yoğunluğunun az olmasıdır.

HUKUK

Buradaki amacım, konunun hukuki açıdan teknik boyutunu tartışmak ve aktarmak değil. Ancak görülüyor ki hukuki olarak da çed raporu ile ilgili ciddi ihmaler ve yanlışlıklar vardır. Ayrıca siyasilerin yaptığı açıklamalar ve Projenin Rusya gibi önemli bir ülke ile aramızda stratejik proje olduğunun kamuoyu önünde ilan edilmiş olmasının yargıya ve bilirkişiye müdahale olduğu ve alınacak olan karar üzerinde yargılamanın bağımsızlığı üzerine soru işaretleri yaratacağı konusu bu konudaki itirazların başında geliyordu. Ayrıca Türkiye ile Rusya’nın ayrı uluslararası sözleşmelere taraf olması, farklı hukuk sistemleri olmasının olası bir kazada zarar sorumluluğunun kime ait olacağına dair belirsizlik oluşturması, da hukuki açıdan ciddi bir soru işareti olarak dile getirilmiştir.

Bir başka konu da ABD-Ulusal Los Alamos Nükleer Araştırma Merkezi’nin Ağustos 1981’de yayınladığı rapora göre “askeri ve sivil nükleer reaktör programları arasında teknik bir sınır yok” iken, Akkuyu NGS’nin salt enerji teminine yönelik bir yatırım olacağına ilişkin resmi bir taahhüdün bulunmaması konusu da dile getirilmiştir.

Projedeki “Yabancı Sahipliği” Modeli, Uzun Vadede Türkiye’nin Kontrolü Dışına Çıkabilecek Çevre Riskleri Potansiyeli İçermektedir

Dünya üzerinde nükleer programa sahip birçok ülke, nükleer santrallerde yabancı sahipliğine sınır getirmiştir. Bunun sebebi, nükleer santrallerin normal işletme sırasında çevreye ve halka zarar verme potansiyeline sahip tonlarca yüksek seviyeli atık ile çalışmasıdır. Bu kadar tehlikeli maddenin, santralin ömrü boyunca (yaklaşık 100 yıl); yabancı bir ülke kontrolüne bırakılmasının, ev sahibi ülke için ulusal güvenlik açığı oluşturduğu düşünülmektedir.

Raprdaki “Nükleer Yükümlülük” maddesi: “ üçüncü kişilere karşı sorumluluk konusunda mevzuat çalışmaları hala devam etmektedir” deniliyor. Oysa Türkiye Uluslararası Üçüncü Kişilere Karşı Sorumluluk Konvansiyonun “Convention on Supplementery Compensation for Nuclear Damage” (CSC) ‘ye taraftır. Taraf olan Türkiye’de böyle bir ÇED raporunun kabul edilmesi CSC’ye aykırıdır. 1997 Paris konvansiyonun ek protokolü olarak yürürlüğe girmesi gereken bu konvansiyon nükleer reaktör işleten şirketlerin üçüncü şahıslara olan zarar-ziyan miktarını  yaklaşık 15 milyon ABD dolarından 438 milyon ABD dolara çıkarılması öngördüğü için basta Japonya olmak üzere nükleer endüstrisi olan ülkeler reaktife etmediği için şu anda CSC ‘in yaptırım gücü yoktur.  Akkuyu’da Rosatom’un üçüncü şahıslara sorumlulğu $ 15 milyon mu yaksa $ 438 milyon mu olacak belli değildir.

Raporda; “Acil durum hazırlığı ve müdahale için gerekli düzenlemeler yapılmaktadır” deniliyor. Bir Nükleer tesis projesi icin hazırlanan ÇED  raporunda acil durum plan/programı yoksa o ÇED raporu uluslararası ve IEAE nin kriterlerine ve hukuka uygun olamaz. Örneğin;   New York eyaletinin Long Island bölgesinde 1973-1984 kurulan anahtar cevrimi hazır Shoreham nükleer santrali 1986 yilinda yapilan refrandumda bolge halkinin yuzde 74 tarafindan acil durumda başaltılması planı yeterli olmadığı karsi ciktig için iptal edilmiştir, 1994 yılında reaktör sökülerek parçalar halinde satılmıştır.

Akkuyu’da kurulacak santralin deneme çalışmalarında kaza yaşandığı haberi ise iki keşif arası çıkan çok yeni bir haberdir. Haber basına bu şekilde yansıdı;

“Mersin Akkuyu Nükleer Santral’i projesi için Rusya’da Novovoronezh Nükleer Enerji Santrali’nde kurulan reaktör örneğinde arıza meydana geldi. Ağustos ayında deneme çalışmalarına başlayan VVER-1200 tipi reaktör tam kapasite 2 hafta çalışmasının ardından 10 Kasım’da, (şayet Rus tarafının verdiği bilgiler doğruysa) elektrik jeneratöründen dolayı kısa devre yaparak arızalandı. Arıza ardından reaktörün çalışmaları şimdilik durduruldu.

Yetkililer bu tip arızaların yaşanabileceğini belirtseler de arıza hakkında bilgi vermek için neden 6 gün beklendiği hakkında bir açıklama yapılmadı. Akıllara Rusların 1957’de yaşanan nükleer kazayı 30 yıl saklaması geldi.”

Konuyla ilgili Rosatom yetkilisi sahada bilirkişiye ve davacılara; “bunun bir üretim hatası olduğunu, böyle şeylerin ticari risk olduğunu, yaşanabileceğini” söylemiştir. Haber ve bu açıklama, söylenecek çok da bir şey bırakmıyor bize.

BUGÜNE KADAR Kİ SÜREÇ

Tarihsel süreç içerisinde ortada 30 yılı aşkın süren bir nükleer karşıtı mücade var ve mücadele içerisinde nesiller değişmiş durumda. Santralin yer belirlemesi ile ilgili, tasarımı ile ilgili, işletmesi ile ilgili, şimdiye kadar yetkililer tarafından kamuoyuna söylenen çoğunun süreç icerisinde doğru olmadığı görülen yüzlerce detay var. Ancak süreç içerisindeki en önemli konulardan birisi; hükümetin Rusya ile ve Rus hükümetine bağlı Rosatom firması ile bir anlaşma yapmış olması, dünyada benzeri olmayan bir şekilde santralin inşaası kurulumu ve işletmesini bu firmaya devretmesi, 15 yıl boyunca yüksek fiyatla alım garantisi vermiş olmasıdır. Süreçle ilgili itirazların temel konusunu bu anlaşma oluşturdu.  Rusya ile yapılan ikili anlaşma ile santralin planlanması, işletilmesi ve güvenliği ile ilgili kurumsal denetim mekanizması fiilen ortadan kalkmış, Türkiye’nin nükleer macerası, bir sözüyle mavi akımı durduran Putin’in iki dudağı arasına sıkışmıştır.

Proje katılımcıları-şirketleri listesindeki bütün şirketlerin bazı üst düzey yengiciler/müdürleri; Bulgaristan Belene, Iran, Çin ve Hindistan’da kurulan Nükleer santral projelerinde yaşanan/ tespit edilen yolsuzluk ve ISO standartlarına uymayan malzeme ekipman kullandıkları  için hapis cezalarına mahkum edilmişlerdir. İran’da kurulan Bursah reaktöründe daha deneme safhasında birincil soğutma suyu 4 tane ana pompası parçalanmıştır. Ekim/2014 ayında Hindistan Kundaklan’da Rostaom’un kurduğu iki reaktörden birinci ünite deneme safhasında elektik üreten türbinler parçalanarak iflas etmiştir. Hindistan Kundankulam santralindeki gecikmelerin neden budur. Bu projede yine tasarım- malzeme ve en önemlisi RÜŞVET skandalı neticesinde yapımı uzamıştır. Iran, Hindistan ve Çin’de bugüne kadar yürütülen Rosatom projelerinde tespit edilen rüşvet ve yolsuzluk  olaylarının ortaya çıkmasından dolayı bu güne kadar  276  Rosatom görevlisinin   işine son verilmiştir.

Rosatom  şirketinin karıştığı rüşvet ve yolsuzluk olaylarının en son örnegi; 5 Kasim 2014 de Rusya-Rosatom ve Güney Afrika Cumhuriyetleri arasında yürütülen Nükleer santral kurma projesinde Rosatom un (Nuclear Fuel Supply) Nükleeer Yakıt Üretemi bölümü direktörü VADIM MIKERIN,  ABD FBI polisi tarafından rüsvet-yolsuzluk  yaptığı için  tutuklanmıştır.

Rus nükleer endüstrisinin İran’da, Hindistan’da kurduğu santarallarda yaşanan ekipman ve mazleme konularında son günlerde ortaya çıkan skandallara da dikkate alınınca, Türkiye Cumhuriyeti Develeti’ni sonu açık, belli olmayan bir jeopolitik, teknolojik, ekonomik, ekolojik maceraya sürüklendiğini görüyoruz. Aşağıda  özetlenen gerçekler, “Akkuyu’da dünyaya örnek bir santaral kuracağız” diye iddia eden sayın Enerji Bakanımızın aksine, bu santralı kuracak ve işletecek olan Rus nükleer enerji endüstrisi ile Rosatom şirketinin 2012 yılı ihtibari ile seceresini  açıkça gösteriyor.

Fukuşima nükleer felaketinden sonra BM Uluslararsı Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) başlattığı “Dünyada Çalışan Nükleer Santrallarda Stres Testi Programı” kapsamında, Türkiye ile Rusya devletleri arsında yapılan Nükleer Enerji Teknolojisi Transferi Anlaşması’nın yüklenicisi olan Rusya devleti sirketi Rosatom ve Rus nükleer endüstrisinin uygulamalarını içeren ve Rusya Çevre Bakanlığı, Dogal Kaynaklar Bakanlığı ve Nükleer Güvenlik Kurumu (Rosenergoatom) gibi resmi organların hazırladığı stres testi raporu, dönemin Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev başkalığında 9 Haziran 2011 tarihinde yapılan Rusya Devlet Konseyi (Gossovert) toplantısında resmi belge olarak sunulmuştur.  Bu raporun aslı bugün Rusya’da “devlet sırrı” gibi saklanmaktadır ama 2012 Ekim ayında Norveç medyasına sızan,  Baskan Medvedeve sunulan  executive-yönetici özeti şöyle: “Bugün Rusya’da işletmede olan nükleer reaktörlerin kurulduğu alanlar, Rusya Sismik Bölgeler Haritası’na (OSR-97) uygun değil, reaktörlerin sismik özeliklerini inceleyen düzenleyen bir resmi otorite yok. Bugün işletmede olan reaktörlerde meydana gelebilecek tasarım ve ötesi (tahmini tasarım) senaryoları yetersizdir. Reaktör içinde ve dışında meydana gelebilecek kazaların analizi yapılmamıştır. Ayrıca, bazı reaktörlerde hala acil durum otomatik durdurma sistemi yoktur. İşletmede olan reaktörlerde kullanılan ekipman ve malzemelerin depereme karşı dayanıklılığı, Rusya Nükleer Güvelik Yönetmeliği’ne (NP-031-01) uygun değildir. Bu ekipman ve malzamelerin doğal feleketlere karşı performansı, deneysel-işletme değerlerine değil, tamamen tahmini tasarıma göre yapılmıştır. Reaktörlerden çıkan atık yakıt çubuklarının korunduğu havuzların ve göletlerin kapesitesi yeterli değildir. Ayrıca, bugün Rusya’da gerçek, güncel bilimsel bir atık yönetimi yoktur. İşletmedeki nükleer santrallarda çalışanların, çevresinde yaşayan halkın karşılaşmasına izin verilen radyasyon miktarı ile işletme sırasında bu reaktörlerden çevreye yayılan radyoaktif gazların dozu, yönetimi, denetimi hem Rus hem de BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA) kriterlerine uygun değildir.  İşletmedeki reaktörlerde hidrojen patlaması kontrol sistemleri yetersiz ve Rus Nükleer Güvenlik Yönetmeliği’ne (NP-04-02) uygun değildir. Rus nükleer santrallarının çoğunda, çalışanların ciddi bir kaza sırasında bölge halkının tahliye planları yetersizdir. Bugün elektrik üreten nükleer santralların işletmecileri arasında bilgi ve deneyim iletişimi yeterli değildir. Ayrıca, bu santralların periyodik denetimi için yeterli teknik elamanda yoktur. Meydana gelen operasyon hatalarının çoğu, sorumlu kurumlara bildirilmemektedir.  Ciddi bir kaza olması durumunda, reaktorlerin Japon Fukuşima Daiçi Nükleer Santralı’nda olduğu gibi erimesini önlemek için gerekli olan acil soğutma suyu sisteminin iflası durumunda alınması gereken en son müdahale önlemleri henüz tespit edilmemiş ve bilinmemektedir”.

Bir diğer temel konu ise santralin yer seçimini ile ilgili kararın yanlışlığıdır. 1974’de alınan karara etkisi olan deniz suyu sıcaklığı, depremsellik, coğrafi özellikleri, ulaşım güçlüğü, uluslararası stratejiler gibi kriterlerin uluslararası değerlendirme yöntemleri çoktan değişmiştir. Yer seçiminin gelecekte oluşabilecek bir felakete davetiye çıkardığı, felaket sonrası lojistik ve acil tıbbi müdahaleyi zorlaştırdığı ve felaketin insan hayatı ve doğa üzerindeki olası sonuçlarının iyi analiz edilmediği ya da önemsenmediği ile ilgili kaygılar çok fazladır.

Projenin çarpık kurgusu nedeniyle santral sahibi ve lisanslama/denetleme kuruluşları arasındaki “güç dengesi” santral sahibinin lehinedir. Bu dengesizlikten ötürü, santralin düzgün bir şekilde lisanslanamaması ve bu nedenle, uzun vadede çok ciddi çevre riskleri yaratması söz konusudur

Ayrıca Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA)  Türkiye ile ilgili raporunun kamuoyundan saklanmış olması ile ilgili çekinceleri de dile getirdi davacılar.  UAEA raporunda temel olarak, Rusya ile yapılan yap işlet devret modeli ikili anlaşmanın dünyada ilk defa denendiğini ve bunun ciddi denetimsel  sorunlara yol açacağının vurgusu yapılmıştır. Ayrıca Türkiye’nin bağımsız bir denetleyici mekanizmaya sahip olmamasını, bunu güvenceye alacak bir Nükleer enerji yasasının olmamasını, TAEK’in bırakın bağımsız olmasını, deneme amaçlı nükleer reaktörlerin uygulayıcısı konumunda olmasını kaygıyla dile getirmiştir. Ayrıca UAEA geçmişte Türkiye gibi nükleer yatırım yapma hevesinde olan ülkelerin nükleer maceraları ile kötü deneyimler yaşandığını hatırlatıyorlar. Filipinlerin ve Avusturya’nın nükleer maceralarının hezimetle sonuçlandığını, iki ülkenin de süreci şeffaf yürütmeyi başaramadığını ve en sonunda milyarlarca dolar para harcadıktan sonra projeleri rafa kaldırdıklarını hatırlatmaktadır.

TEKNİK AÇIKLAMALAR

Yazıda buradan sonra bahsi geçecek  teknik konuları daha iyi anlayabilmek açısından Araya teknik bir bilgi girme ihtiyacı hissediyorum, zira santralin çalışma prensibini anlamak itirazların haklılığını anlama konusunda da çok önemli olacaktır;

Santralin elektrik üretme prensibi; santral içerisinde üretilen ısı ile suyun buharlaştırılması ve buharın gücü ile jeneratörlerin pervane yapraklarının döndürülmesi ve sonuç olarak elde edilen hareket enerjisinden elektrik üretme üzerine çalışır. Yani kömür santralleri ya da buharlı trenler ile aynı prensiple çalışırlar.  Buradaki kritik detay ısı enerjisini üretme biçimidir. Kömür santralinde bildiğimiz kömür fırınlarda yakılarak ısı üretilirken, nükleer santralde atom çekirdeğinin bölünmesi ile elde edilen yüksek enerji ile elde ediliyor. İşte işin bütün riski de burada.

Akkuyu’da kullanılacak yakıt uranyum235 (u235) atomudur. (Bu madde 100kg olursa atom bombası oluyor, 1cm’ye 0.04cm boyutlarında olursa santral yakıtı oluyor) Uranyum çok büyük bir atom çekirdeğidir, kararsızdır bu yüzden de bölünmesi çok kolaydır ve bölünürken ortaya çıkan serbest 1 nötronun diğer atomlara çarpıp bölmesi sonucu (fisyon)  zincirleme reaksiyon başlar ve bu aşama kontrolden çıkması olası bir durumdur. (Fisyon; kütle numarası çok büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak kütle numarası küçük iki çekirdeğe dönüşmesi olayıdır. Fisyon reaksiyonlarında radyoaktif elementler kullanılır ve tepkimeler için bir ilk enerjiye (aktiflenme enerjisi) ihtiyaç vardır. Reaksiyon sonucunda serbest nötronlar oluşur. Ortaya çıkan nötronların her biri yeni bir uranyum atomu ile tepkimeye girer. Bu esnada açığa çıkan nötronlar ortamdan uzaklaştırılmazsa tepkime zincirleme olarak devam eder.)

Bunun için yakıt olarak hazırlanan küçük uranyum parçalarını küçük alanlara hapsedebilmek dolayısıyla zincirleme reaksiyonu kontrol edebilmek için çelik hazneler içerisine yerleştirilir ve aralarına kadmium nötron emiciler yerleştirilerek yakıt tüpleri oluşturulur ve bu küçük yakıt tüpleri bir araya getirilip yakıt demetleri oluşturulur. Yakıt demetleri içerisindeki uranyum atomları santral çekirdeğinde kontrollü olarak parçalanır ve ısı enerjisi üretilir. Ancak ortaya çıkan ısı çok yüksek olduğundan dolayı içine hapseldikleri hazneleri ve nötron emicileri eritmeleri çok olasıdır. Bunun olmaması ve küçük uranyum yakıtlarının birbirleriyle kontrolsüzce etkileşip zincirleme reaksiyonun kontrolden çıkmaması için, sürekli soğutma yapılması gerekmektedir.  (tüm büyük nükleer kazalar bu soğutma işleminin yerine getirilememesi sebebi ile olmuştur). Soğutma işlemindeki en küçük aksama yakıtın kontrolden çıkmasına sebep olmakta ve kontrolden çıkmış yakıt demetine müdahaleyi ve sonrası için telafiyi imkansız kılmaktadır. İşte santral güvenliği ile ilgili en önemli tartışma konularından birisi bu soğutma meselesi üzerine olmaktadır.

Uranyum 235 atomunun bölünmesi sonucu ortaya farklı radyoaktif elementler çıkmakta, bunlara da nükleer atık denmektedir. Bu atıkların içerisinde bir miktar yeniden kullanılabilir nitelikte uranyum ve plutonyum elementleri bulunmaktadır, (daha sonra zengineştirme denilen bir çalışma ile bunlar kullanılabilir özellikler kazanmakta ancak Türkiye’de uranyum ve plutonyum zenginleştirme faaliyeti yapılmayacağı dile getirilmiştir), tüm atıklar radyoaktif atık tüpler içerisine hapsedilerek yine santral alanında saklanacaktır. Raporda bu atıkların soğuma süreleri 15 yıl olarak belirtilmiştir. Bunların yaptıkları radyoaktif ışımaların doğadaki canlılara ve insanlara zarar verme süreleri ortalama 250.000 Yıl (ikiyüzellibin yıl) devam etmektedir.  Bu süre insanoğlunun olarak türümüzün (Homo Sapiens’in) şimdiye kadarki dünya üzerindeki varlığından daha uzun bir süredir.  Keşifteki kıyametlerden bir diğeri de atıklar üzerine kopmaktadır. (Sanırım dünayının kıyameti de nükleerden olacaktır)

Radyasyonun Biyolojik etkilerinden en önemlileri DNA zincirinde tekli ya da çoklu kırılmalara neden olması ve sonucunda gen ve kromozom anomalileri oluşması ve sonucunda hücre ölümü, doku ölümleri veya direkt ölüme sebep olmasa bile nesiller boyu aktarılacak genetik kaynaklı anomalilere sebep olaccaktır. Bunun yanında da birsürü kalıcı hastalığa ya da direkt ölüme de sebep olmaktadır. Ayrıca Türk Tabipler Birliği (TTB) konuyla ilgili çok detaylı bir rapor hazırlamış ve kamuoyuna sunmuştur. Raporda insan vücuduna biyolojik etkileri ve sebep olduğu onlarca hastalığı detaylarıyla açıklamışlardır.

İŞLETME SÜRECİ, SOĞUTMA SİSTEMİ VE EKOLOJİK YAŞAMA ETKİSİ

İşletme süreci ile ilgili itirazlarda temel mesele soğutma sisteminin, santralin ömrü boyunca sağlıklı bir şekilde çalışıp çalışmamasıdır. Zira sistemdeki en küçük aksama santraldeki nükleer reaksiyonun kontrolden çıkmasına ve bir nükleer kazaya sebebiyet vermesine sebep olacaktır.

Zeminin depremselliği ile ilgili konuların (radyoaktif maddelerin güvenliği dışında)  temelinde yatan mesele de  aslen budur. Zira Fukushima faciası deprem sonucu soğutma sisteminin çalışmasının aksamasından kaynaklanmaktadır. Ölü fay diye adlandırılmış ecemiş fay hattı, kozan fay hattı, akdenizin tsunami üretme kapasitesi ve nil deltasındaki birikintilerin tsunami riskleri, deniz dibi çalışmalarının yetersizliği ve bölgedeki depremsellikle ilgili elimizde yeterli bilgi olmaması uzmanlar ve davacılar tarafından dile getirildi.  Burada da temel mesele soğutma siteminin yatay ve dikey bütünlüğünün sağlıklı çalışmasının garanti altına alınması ve denizden emeceği suyun miktarının korunmasıdır.

Soğutma deniz suyunun emilmesi, santral içerisinde dolaştırılması ve yine denize deşarj edilmesi ile gerçekleşecektir. Saatte 1.080.000 m3, Günde 24milyon metreküp sudan bahsedilmektedir. Ayrıca emilen bu suya demerolize (kimyasal maddeler ve asitler) denilen bir işlem uygulanacak böylece suyun içerisindeki tüm canlılar öldürülecektir. Bunun sebebi zaman içerisinde boruları tıkama ihtimali olan biyolojik aktiviteleri engellemektir. Ayrıca emiş sisteminin emiş ağazındaki ızgara sisteminde kullanılacak ızgaraların aralığının 2cm olacağı ve 2cm altındaki tüm canlıları boruların içerisinde öldüreceğidir. Bu da günde 1.4 milyar balık ve larva ölecek demek oluyor. Kısacası santralin devridaim etki bölgesinde canlı yaşamı sona erecektir. Koy ayrıca Akdeniz foklarının üreme alanıdır, onlara ne olacağını söylememe gerek yok heralde. Akdeniz’de yaşayan iki kaplumbağa türü, caretta caretta ve chelonia mydas yumurtalarını bu bölgede bırakmaktadır. NGS ile birlikte Göksu Delta’sında yaşayan bitki ve havyan varlığı (özellikle su kuşları) tehlikeye girecektir. Proje Sahası ve yakın çevresi tamamıyla Önemli Doğa Alanı olarak belirlenmiş saha içindedir.

Ayrıca emiş ve deşarj sistemleri bölgede en az 15km yarıçaplı bir devridaim baloncuğu oluşturacaktır. Yine emiş sistemi emdiği (hesaplara göre max26 derece olarak hesaplanan) akdeniz suyunu ısıtılmış olarak denize deşarj edeceği bunun da santralin direkt etki alanı dışında kalan bölgenin deniz suyu sıcaklığını, biyolojik sonuçlarının tahmin edilemez düzeyde artıracağı söylenmiştir. ODTÜ deniz bilimlerinin yaptığı araştırmaya göre akdeniz suyunun ısısının 30,84 dereceye kadar yükseldiği ve santralin soğutması ile ilgili yapılan demoların yanlış olduğu görülmektedir.  Yine bu soğutma sisteminin deniz suyuna ne kadar rayoaktivite karıştıracağı da bilinmemekte ve endişeleri artırmaktadır.

Mersin Erdemli’de bulunan ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. Süleyman Tuğrul başkanlığında yürütülen araştırmalara göre, bu bölgede deniz suyunun yoğunluğu 24,21 ile 29,32 arasında değişmektedir. Yani, bir metreküp içme suyuna göre 29 kilo daha ağırdır. Yıl boyunca ortalama deniz suyu sıcaklığı 15,53 ile 30,84 C derece ve deniz suyunun tuzluluğu da 38,06 ile 39,88 olarak belirtilmektedir. Yani 1 metreküp Kuzey Doğu Akdeniz suyundaki çözülmüş minerallerin miktarı, yaklaşık 31,4 kilogram sodyumklorür (NaCl), 3,3 kilogram magnezyumklorür (MgCl), 1.4 kilogram kalsiyumhidroksit (CaOH), 0,6 kilogram sodyumbromür (NaBr), o,6 kilogram kalsiyumkarbonat (CaCO3), ayrıca bunlara ek olarak Kuzey Doğu Akdeniz’deki sularda çözülmüş halde bulunan reaktif fosfor 10-65 nM, reaktif toplam nitrate (NO3+NO2) miktarı 0,06-311 qM ve reaktif silikat miktarı da 054-5,04 olarak verilmektedir. Soğutma kuleleri sisteminde, bu santralda kullanılacak soğutma suyunun her gün tonlarca buharlaşarak bölgedeki atmosferik buhar oranını ve sıcaklık derecesini daha da artırarak, buharlaşma sırasında deniz suyunda çözülmüş kükürt (S), klor (Cl), azot (N) gibi gazların oksitlenerek zehirli (toksik) NO, NO2, SO3 gibi gazalara dönüşeceği ve bölge atmosferinde nitrikasit (H2NO3) ve sülfirikasite (H2SO4) dönüşerek asit yağmurlarıyla bölgedeki tarım alanlarının, ormanların üzerinde yapacağı zararların büyüklüğü hesaplamak bile güçtür.

Soğutma sisteminin pompalarının yatırım maliyetini artıran aktif yedeklemesinin olmaması, bunun yerine yedek sistemin daha ucuz alternatifi olan pasif sistem planlanmış olması da ayrıca santralin soğutma sisteminin güvenliği ile ilgili ciddi şüpheler oluşturmaktadır. Pasif sistem/Tabii dolaşımlı sistem; ısı transfer akışkanının (suyun) kendiliğinden dolaştığı sistemlerdir. Isınan suyun yoğunluğunun azalması ve yükselmesi özelliğine dayanmaktadır.  Şimdiye kadar ve ilk keşifte kamuoyuna ısrarla aktif (pompalı) bir yedek soğutma sistemi olduğu söylenmiş ancak ikinci keşifte Rus Rosatom firması yetkilisi ve santralin tasarımcısının aktif yedekleme sistemi olmadığını, yedek pasif soğutmanın nasıl çalıştığını anlatması ile ortaya çıkmış bir bilgidir.

Akkuyu NGS nin isletmeye alındığında 4000-4500 kişinin çalışacağı söylenmektedir. Bu bilgi de doğru değildir, zira dünyada böyle bir nükleer tesis yoktur.  Raporda da bu kadar insanın çalıştığı bir örnek NGS gösterilmemiştir

“Akkuyu NGS nin işletmeye geçtikten sonra her yıl 17.000 ton Co-2 engelleyecktir” denilyor.  Fakat bu santralin 10-15 yıl sürecek inşaat suresince milyonlarca ton çimento üretiminden ve diğer iş makinelerinden çıkacak ve bu santralin çalışması sırasında çevreye buharlaşarak yayılan toksik buharların ve radyoaktif gazların envanteri ve miktarı verilmemiştir.

Akkuyu NGS nin halk sağlığı, sucul yasamdaki ve besin zinciri üzerindeki etkileri verileri gerçek bilimsel raporlara dayanmamaktadır.

Türkiye’de bazı bilim insanlarının başlattığı radyasyon hakkındaki yanlış bilgilendirmenin en açık örnegi olan, “Çernobil patlamasında çevreye yayılan radyoaktif izotoplarin dozu ile bir akciğer röntgeni çekiliriken alınan doz kadar olduğunu” iddia ederek, Türk halkına hâlâ yanlış bilgi veriyorlmektedir. Bu radyoizotopların hepsinin izotop yoğunluğu, yani örnegin bir saniyede yayınladığı partikül sayısı yayılma süresi ve kimyasal yapısı farklıdır. Bu nedenle elektromanyetik rem dozu ile radyoaktif izotopların rem dozu, bugüne kadar nükleer kartelin ve ne yazık ki Türkiye’de bazı bilim insanlarının, siyasilerin ve Sağlik Bakanlığı’nın yaptığı gibi karşılaştırılamaz. Radyoaktif izotoplar, değişik kimyasal bir yapıya sahip ve değişik hücrelerde değişik moleküllerle bozunma ömürleri süresince farklı reaksiyona girmektedir. Ne yazik ki nükleer santral sevdalısı bir avuç nükleer fizikçi ve bilim kurumu bugüne kadar böyle bir bilmsel yanlışlığa ve halkımızın aldatılmasına karşı çıkmamaktadır.

Ayrıca, nükleer santraların tehlikesi konusunda bu tesislerin sadece kaza yaşandığı zaman tehlikeli olduğuna dair bir yanılgı mevcuttur. Bu tesislerde, işletim süreleri boyunca hiçbir kaza yaşanmasa dahi, doğaya ve insanlara son derce ciddi zararlar veren iyot, kripton, sezyum, stronyum ve trityum gibi radyoaktif izotopların çevrede yarattığı sağlık sorunları şöyle:  New York’taki Radyasyon ve Halk Sağlığı Kurumunun ABD’deki nükleer santrallar çevresinde yaşayan çocuklardaki lösemi vakaları araştırmalarını yürüten Dr. Mangona ve Sherman, bulgularını, ( Childhood Leukaemia Near Nuclear Installations; European Journal of Cancer Care, 2008, 17, 416-418 ) dergisinde yayımladı. Bu bilimsel araştırmada 1957-1981 yıllarında faaliyete geçen 67 değişik bölgedeki 51 nükleer santral üç kategoriye ayrılarak, yani 1957-1970 ve 1971-1981 faaliyete geçen ve halen işletmede olanlar ile kapanan santralların çevresinde yaşayan 25 milyon nüfus içerisindeki çocukların kanser istatistikleri incelenmiştir. Araştırmada ayrıca, 0-9 yaşları ile 10-19 yaşlarındaki çocukların lösemi oranları da karşılaştırılmıştır.

Bu bilimsel raporda, 1957-1981 yıllarında faaliyete geçen ve halen çalışan nükleer santrallar çevresinde yaşayan 0-9 yaş gurubundaki çocuklardaki lösemi artışı yüzde 7,3 artmıştır. 10-19 yaş grubundaki çocuklardaki lösemi artışı ise yüzde 14,1 olarak saptanmıştır. Tüm çocuklardaki lösemi artışı ise yüzde 9,9’dur. Araştırmada 1957-1970 yıllarında kurulan ve halen çalışan eski tip nükleer santraların çevresinde yaşayan 0-9 yaş grubundaki lösemi artışı yüzde 11,9, 10-19 yaş grubundaki çocuklardaki lösemi artışı ise 18,5 olarak saptanmıştır. Bu santralların çevresinde yaşayan tüm çocuklardaki lösemi artışı ise yüzde 13,9 olarak belirlenmiştir.

Bilimsel makalede ayrıca, Akkuyu’da kurulacak nükleer santrala denk kurulu güçte olan ve 1967’de faaliyete geçen San Diego yakınlarındaki San Onofre Nükleer Santralı’nın çevresinde yaşayan, 0-9 yaş grubundaki çocuklardaki lösemi artışı yüzde 20,8, 10-19 yaş grubundaki çocuklardaki lösemi artışı ise yüzde 41,1 olarak belirlenmiştir. San Onofre’nin çevresinde yaşayan tüm çocuklardaki lösemi artışı ise yüzde 29,9 olarak saptanmıştır.

DEPREM VE TSUNAMİ

Deprem soğutma sistemi, nükleer yakıtların güvenliği ve sahada saklanacak olan nükleer atıkların güvenliği açısından önemli konuların başında gelmektedir.

Akkuyu nükleer santralinin tamamen depreme dayanıklı inşa edileceği, 8 şiddetindeki depremde bile zarar görmeyeceği ve sağlıklı çalışmasına devam edeceği iddia edilmektedir. Bağımsız uzmanlar ve davacılar ise bölgenin depremselliği ile ilgili çok az bilgiye sahip olunduğunu, dünyada ölü fay denilen fay sistemlerinin ciddi depremler üretebildiğine dair örnekler olduğunu, tsunaminin ciddi risk oluşturduğunu, bu tsunami senaryoları üretilirken küresel ısınmanın deniz seviyelerinde yaratacağı değişimin hesaplanmadığını, ayrıca fukushima örneğinde görüldüğü gibi depremlerin hesaplanamayan etkilerinin de olabileceğini belirtmişlerdir. Bölgedeki zemin davranışlarının araştırılmasında yeterli teknik verinin olmadığını, mevcut verilerin de güvenilirliğinin tartışmalı olduğu belirtilmiştir.

Akdeniz, 1743 yılında korkunç bir depremolmuştur. Marsilya arşivlerinde yer alan belgelere göre deprem, artçılarla birlikte tam 12 gün sürer. Tsunami oluşur. Rodos merkezli bu depremin Antalya’ya etkisi büyük olur. Bugün jeologlar, depremi “9 şiddetinde“ olarak tahmin ediyor.

Ecemiş Fay’ında yılda 3 mm hareket tespit edildiğini, bunun da büyük bir depreme gebe olduğu da ayrıca dile getirildi. Bunun yanı sıra Kıbrıs-İskenderun fay hattında 268 yıldır depolanan enerji’nin sonuçlarını da tahmın etmenin çok zor olduğu, 8 şiddetinde bir depreme sebep olabileceği, bu fayın Fukuşima’dakiyle aynı özelliklere sahip olduğu ve tsunami yaratacağı bilinmektedir.

Şimdiye kadar yapılan araştırmalara göre; Kozan Fay Zonu, Adana Kozan’dan başlayarak Mersin’e ve oradan Akdeniz’e uzanır.  Ecemiş Fayı ile benzer yaş özelliklerine sahip olan sol yanal doğrultu atımlı faylardan oluşur. Deniz araştırmalarında  Kozan fayının Akkuyu önlerine kadar geldiği görülmektedir

ÇED raporu; deniz tabanında (Kıbrıs Türkiye arası ve İskenderun Körfezi) çok ışınlı batimetri verileri, Akkuyu güneyinde ve doğusundaki Göksu Deltası’nda sığ sismik araştırma yöntemleri ile araştırma yapılması gerekmektedir, karot alımı ile fay zonunun etkilediği çökellerde tekrarlanma aralıkları hesaplanmalıdır.

Kıbrıs, Akdeniz arasında kalan alanda sismik kesitlerde dikkat çeken diğer bir nokta, deniz altında oluşmuş heyelanlardır. Tsunami’lerin sadece fayın yer değiştirmesinden oluşmadığı, deniz tabanında meydana gelen heyelanların da büyük tsunamilere yol açtığı bilinmektedir. Kıbrıs adasının bulunduğu alanı tektonik olarak aktif bir yerdir. Kıbrıs’ın güneyinde gerçekleşen dalma batma olayından dolayı, bu kesimde oluşacak bir depremin Kıbrıs kuzeyinde deniz tabanında heyelanları tetikleme olasılığı incelenmelidir.

Akkuyu Nükleer Santrali sahasına 15 kilometre uzaklıktaki Yeşilovacık’ta 3 Mayıs 2012 tarihinde 4,0 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Daha sonraki tarihlerde de Yeşilovacık açıklarında peş peşe küçük ölçekli depremler meydana geldi. Bu depremler aktif bir fay hattına işaret etmektedir.

Akkuyu için 0.37-0.46 g arasında bir yer ivmesine göre tasarıma ihtiyaç duyulurken, Akkuyu için öngörülen VVER-1200 modelinin standart deprem tasarım değerinin 0.25 g’dir ve Rusya 0.37-0.46 g arasında bir nükleer santral tasarım tecrübesine sahip değildir ve bu nedenle projede deprem riskleri potansiyeli vardır. Rusların dünya piyasasına yeni sunduğu VVER-1200 tasarımının en gelişmiş güvenlik özelliklerinde biri olarak takdim etmektedir. Aslında Rusların deprem bölgelerine nükleer santral yapma deneyimi oldukça sınırlı bulunmaktadır. Hatta Sovyetler Birliği döneminde Rusya dışında inşa edilmiş nükleer santrallerin hemen hemen hepsinin, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği müfredatına uyum çalışmaları sırasında, ciddi maliyeti olan ve gerçekleştirilmesi çok zor depreme karşı güçlendirmelerden ve tasarım değişikliklerinden geçmesi gerekmiştir.

ÇED gibi teknik içeriği yüksek bir denetim Raporu’nda, g-değeri cinsinden “YERİVMESİ” değerlerinin değil de, nerede ise yanıltımak için “DEPREM BÜYÜKLÜĞÜ”nün kullanılması, böyle bir ciddi hatayı içeren Rapora dayanılarak ÇED Uygundur kararı verilmiş olması, Bilirkişi Heyeti ve Mahkeme tarafından dikkatle incelenmesi gereken bir husustur.

0.25 g’lik standart tasarımının 0.37- 0.46 g göre nasıl yeniden yapılacağı, depreme dayanıklı santral tasarımının nasıl sağlanacağı yönünde ÇED raporunda yeterince bilgi sunulmamıştır. Dünya üzerinde inşası tamamlandıktan sonra saha PGA değerleri yeterince dikkat alınmadığı gerekçesiyle kapatılmak zorunda kalmış nükleer santrallar bulunmaktadır. Akkuyu Nükleer Santrali tasarımının 0.37-0.46 g için nasıl sağlanacağı, güvenlikle ilgili yapı ve bileşenlerin deprem kalifikasyonlarının nasıl yapılacağı konularında ikna edici bilgiler sunulmadığından, projenin çevre üzerindeki muhtemel olumsuz etkilerinin alınacak önlemler sonucu ilgili mevzuat ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeylerde olacağının belirlenebilmesi de mümkün değildir. Bu yüzden, projenin gerçekleşmesinde çevre açısından sakınca görülemeyeceği kanısına kesinlikle varılamaz.

Yine projeye eklenen 10m yüksekliğindeki tsunami duvarı ve tsunami havuzunun, Fukushima faciasından sonra eklendiğini, Rusya’nın deniz kenarında santrali olmamasından dolayı tsunami ile ilgili Fransa’nın mevzuatının kullanıldığını Rosatom yetkilisi ve tasarımcı dile getirmiştir.

Projeye tsunami duvarı eklenmesi, bölgede tsunami üretecek büyüklükte deprem faaliyetleri ile ilgili tasarımcıların da kaygılı olduğunu açıkça göstermektedir.

Üçüncü (3.) Nesil nükleer santral olarak lanse edilen VVER-1200 tasarımında kullanılan uçak çarpmasına karşı tasarım özellikleri, batı türü ikinci nesil tasarımlarda kullanılanın bile oldukça gerisindedir.

İŞLETME SONRASI VE NÜKLEER ATIKLAR

İşi bitmiş ve atık haline gelmiş radyoaktif atık yakıtların sanral sahasının içerisinde saklanmasından başka çare yoktur. Raporda atıkların soğuma süresi olan 15 yıl boyunca sahada kalacağı belirtilmektedir, ancak sonrası için bu maddelerin ne olacağına dair bir ifadeye yer verilmemektedir. Nükleer enerji kullanan ülkeler, atıklar konusunda henüz kalıcı bir çözüm üretmeyi başaramamışlardır. Bu maddeler doğal olarak doğada bulunmadığı gibi, yarılanma ömürleri baz alındığında 250.000 yıl boyunca kalacakları güvenli bir yere ihtiyaç vardır. Dünya üzerinde böyle bir yoktur. Dolayısıyla şimdilik santral sahalarında havuzlarda ya da varillerde depo edilmektedirler. Ayrıca geçici saklama yöntemleri de bir hayli maliyetli yöntemlerdir.

Daha önce ÇŞB yetkilileri tarafından Rusya’ya gideceği kesin bir dille iddia edilen atıkların, Rosatom yetkilisinin sahada bilirkişiye yaptığı “Rusya Federasyonu dışarıdan nükleer atık almaz, burada kalacaklar” açıklaması üzerine, sonsuza kadar sahada kalacağı anlaşılmış oldu.

Raporda yer alması gereken “Olumsuz Etkilerin Engellenmesine ve Hafifletilmesine, Doğal Çevrenin Restore Edilmesine ve İyileştirilmesine Yönelik Alınacak Önlemler” kısmı “NGS kaynaklı radyasyon harici çevresel etkilerin azaltılmasını sağlamak için (tasarım çözümleri ile sağlananların yanı sıra) ek tedbirlere ihtiyaç bulunmamaktadır. NGS kaynaklı radyasyonun çevresel etkilerinin azaltılması için ek tedbirlerin alınmasına gerek yoktur. (Bölüm IV.2.11-2.23 – Sayfa 231)” ifadeleri ile geçiştirilmiştir.

Raporda ömrünü dolduran reaktörlerin çok masraflı olan sökümünün, kim tarafından, hangi kaynakla, hangi zamanlamada, hangi kurallara göre, kimin denetiminde yapılacağına ilişkin yeterli bilgi de bulunmamaktadır.

Rapor, NGS nin normal çalışması sırasında meydana gelen radyoaktif salınım envanteri yine çok ciddi eksiklik ve yanıltıcı bilgiler içermektedir.

Bir nukleer santral projesi için hazirlanan ÇED raporunun asıl amacı; bu santralin normal operasyonu süresince, reaktörün ana kazanından, soğutma sisteminden, türbünlerden, atık yakıt havuzlarından ve atık yakıt depolarından çevreye yayılan gaz ve sıvı halindeki radyoaktif  izotoplarin o bölgedeki halk sağlığı, tarım alanları, sucul yaşam, ve sosyo-ekonomik  yapısında meydana getireceği etkileri inceleyen bilimsel bir araştırmadır. Bu santralin radyaaktif  gaz ve sivi salınım envanterinde belirtilen çeşitli izotopların aktivite/bozunma değerleri, çevreye yayılan  miktarı, besin zincirine ve canlıların biyolojik yapisindaki yayılım yollari ile ilgili  tüm bilgiler o  ÇED rapronda yer almalıdır. Dava konusu ÇED raporu bu yönlerden de eksiktir.

 SANTRAL SAHASI 1. DERECE ARKEOLOJIK SİT ALANIDIR

Akkuyu NGS Proje Sahası içinde ve çevresinde yapılan birçok araştırmaya göre, ‘Kargılı Kilisesi’ olarak bilinen kilise kalıntıları belirlenmiş ve ‘1. Derece Arkeolojik Sit Alanı’ olması kararlaştırılmıştır. Kültür ve Turizm Bakanlığı ÇED Raporu’na verdiği görüşte ise “NGS için 2863 sayılı Kanun kapsamında müdürlüğümüzce yapılacak bir işlem bulunmamaktadır.” şeklinde görüş vermiştir. Bu görüş herhangi bir izin veya olumlu görüş değildir. Mevzuata göre, 1. Derece Arkelojik Sit Alanı’nda herhangi bir faaliyet yapılması mümkün değildir.

Kargılı Kilise: “Adını Mısırlı Batlamyuslardan 3.Ptolemaios Soter’in eşi; Kraliçe Berenike’den alan bir kenttir. Yeri Büyükeceli civarıdır. Çağlayık Deresi boyunca giden 20 km’lik bir yolla Meydancıkkale ile bağlantı sağlar. Derenin denize döküldüğü yere yakın yerlerde şimdilerde tahrip edilmekte olan Kargılı Kilise ile bazı yapı izlerine; hamam ve su sarnıcı kalıntılarına rastlanır. Büyükeceli’nin batısındaki tepenin yamaçlarında çok miktarda üç klineli (sedir) arkosollü (üstü kemerli) kaya mezarları bulunur.”

SONUÇ

Akkuyu NGS ile ilgili, santralin kurgusunda, yer seçiminde, acil durum planlamasında, hukuki süreciyle ilgili ve daha onlarca konuda çok ciddi teknik eksiklikler ve bilinmezlikler vardır. Tüm bunların üzerine devleti temsil eden yetkililerin de santrali firmadan daha hevesli savunmaya kalkmaları da yapılan ve yapılacak tüm çalışma ve denetimlerin üzerindeki kaygıları misliyle artırmaktadır.

Nükleer binlerce yıl etkilerini devam ettiren ve hasarları nesiller boyu aktarılan korkunç bir teknolojidir.

Tüm bu teknik aksaklıklar bir yana, Şimdiye kadarki nükleer kazaların en büyük sebebi insan hatasıdır. Tüm teknik aksaklıkların ortadan kalktığını varsayalım yine de işin vazgeçilmezi olan insan faktörü en büyük risk faktörüdür.

İnsanoğlu ateşi, mevzuatları ve teknik kabiliyetiyle kontrol altına aldığını düşüneli binlerce yıl oldu, ama hala her gün ateşe dayalı sebeplerle onlarca insan ölmektedir. İnsanlık olarak Nükleerle tanışmamız daha çok yenidir. Bütün teknik aksaklıkların ve risklerin giderilebileceğini ve bu kadar kontrolden çıkması muhtemel bir gücün ehlileştirilebileceğini düşünmek saflık olur herhalde.

Nükleere karşı şimdiye kadar etkin ve özverili bir mücadele verilmiştir. Bundan sonra da daha etkin, daha profesyonel mücadele yöntemlerini bulmalı ve kullanmalıyız.

NOT: Yazıyı hazırlarken öncelikle yerinde aldığım notlar ışığında Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’inin dava dilekçelerini, TMMOB’nin itirazlarını, Tabipler Birliğinin itirazlarını, basında çıkan haberleri, vikipedia’yı ve daha birsürü itiraz metnini kullandım.

PAYLAŞ