Sınıflı toplumlarda, sınıfsal ilişkiler toplumun bütün ilişki biçimlerinde belirleyici bir özelliğe sahiptir. Bu ilişki, aynı zamanda insanın doğa ile kurduğu ilişkide de başattır. Kapitalist toplumda temel, emek sermaye çelişkisi, insanın doğayla kurduğu bütün ilişki biçimlerinde belirleyici ana unsurdur. Sermaye daha fazla zenginliğe ve güce sahip olmak için üretimi kar üzerine kurar. Daha fazla kar için üretim, doğanın ve emekçinin artı değer sömürüsüne dayanır. Daha çok üretim, ihtiyaçtan fazla tüketimi gerekli hale getirirken dünyayı içinden çıkılmaz bir çöp ekonomisine dönüştürür. Aşırı tüketime yönelen insan kendine yabancılaşmakla kalmaz doğaya da yabancılaşır. Hızlı üretim ve tüketim döngüsü insan yaşamını sonu belirsiz bir geleceğe sürüklemekte ve ekolojik dengeyi bozmaktadır.
Herşeyi alınır satılır kılan, metalaşan kapitalist sistem insanı ve doğayı eş zamanlı olarak bozup tahrip etti. Aşırı kar hırsı mutlak yoksullaşmaya yol açarken gelir adaletsizliği temel sorunlardan biri haline geldi. Yoksullarla ilgili çalışma yapan İngiliz yardım kuruluşu Oxfam 62 kişinin gelirinin 3,5 milyar insanın gelirine eşit olduğunu yazdı. Dünyanın en zengin %1’lik kesiminin serveti, geri kalan %99’luk kesimin servetinin toplamına eşit. Bu oran 2010’da 388 kişinin geliri dünya nüfusunun en yoksul %50’sine eşitken 2014’de 80’e düştüğünü ve düşmeye devam ettiğini belirtti. Sonuç itibarıyla küresel dünyanın en önemli meselesi, zenginle yoksul arasındaki eşitsizliğin hudutsuz ve önlenemez bir biçimde derinleşmesidir. Sınırsızca zenginliğin belli ellerde toplanması, işsizliği ve yoksulluğu en temel toplumsal sorun haline getirdi. Dünyanın tatlı suları, temiz havası, yeşil ağaçları azaldı. Demirle çimentonun bir araya geldiği şehirler betonlaştı.
Su, hava, toprak, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar kısaca bütün canlı cansız varlıklar kendilerini yeniden var etmede insan tahribatını aşamıyor ya da aşmada zorluk çekiyor. Sermayenin dizginlenemez aç gözlülüğü, vahşi piyasa eşliğinde, dünyadaki yaşamı çekilmez kılmakla kalmadı, türlerin yeniden hayatlarını sürdürecek doğal ortamı da bozarak doğrudan tehdit eder duruma geldi. İnsan faaliyetleri sonucu sınırı aşan karbon salımı, dünyanın ısınmasına ve birçok hayvan ve bitki türünün yok olmasına neden olurken birçok bitki ve hayvan türünü de yok olmakla yüz yüze bıraktı. Zira 1970-2010 aralığında karasal türler %39, tatlı su türleri ortalama %76, deniz türleri de %39 azaldı. Hayvan ve bitki türlerindeki azalma insanoğlunun kendi öznesinden bir şeylerin eksilmesi anlamına da gelir. Çünkü insan, doğa da yaşayan bütün canlıların toplamının özetidir. Sebzenin, meyvenin, suyun havanın vb. bozulması bunların doğal kullanıcısı olan insanı da doğal yaşamdan koparıyor. Zira “insan, doğa sayesinde yaşar, yani doğa onun bedenidir ve ölmek istemiyorsa onunla kesintisiz diyaloğu muhafaza etmelidir. İnsanın fiziksel ve ruhsal hayatının doğayla bağıntılı olması, doğanın kendisiyle bağıntılı olduğu anlamına gelir zira insan doğanın bir parçasıdır.”Marx.
Büyümeye dayalı ekonomilerde kısa sürede edilecek büyük karlar uğruna, doğanın ve çalışanın tahrip edilmesi, kapitalizmin kaçınılmaz ve bağışlanmaz bir eko-politik anlayışıdır. Özgürlüklerin ve zenginliğin vazgeçilmez taşıyıcısı olarak sunulan küresel neo-liberal ekonomik politikalar, çevreyle uzlaşmaz bir çatışma içindedir. Küresel şirketler, çevreye zararlı makinelerdir. Ekolojik kriz, kapitalist ekonominin yıkıcı, bozucu etkisinin önlenemez yayılışının bir sonucu olarak tezahür etmektedir. Küresel ölçekteki ısınma, her gün patlatılan 400 bin Hiroşima atom bombasına eşdeğer bir etkileşime eşit. Küresel ısınmanın %63’üne en büyük 90 şirket neden olmaktadır. Bunların içinde Exxon Mobil, Bp, Shell, Chevron da var. Dünyanın başına bela olan bu büyük petrol şirketleri, doğanın en büyük kirleticileri, mavi yeşil dünyanın en büyük düşmanlarıdır.
Doğal felaket yaşayan ülkeler dahil hiçbir ülke emisyon ile ilgili ciddi hiçbir adım atmadı. Çin %24, ABD %12, AB %9, Hindistan %6, Brezilya %6, Rusya %5, Japonya %3, Demokratik Kongo %1,5, Endonezya %1,5 oranlarıyla dünyaya en fazla karbon salan ülkeler. Sera gazı salınımında başı çeken bu dokuz ülke toplam emisyonun yaklaşık %65’ni oluşturuyor. Halen, günümüze kadar küresel iklim toplantılarında, geleceğimizi kurtaracak, umut olabilecek bütün ülkeleri bağlayıcı bir kararın altına bir imza atılmış değil. Unutulmamalıdır ki modern dünya dediğimiz şey, doğal koşulların istikrarlı yapısına dayanır. İnsanlık tarihinin son on bin yıllık serüveninde canlı yaşama elverişli iklim koşulları, tarım, sanayi, kentleşme, ticaret vb. insan etkinliklerini mümkün kıldı. İnsan türünün biyolojik, kültürel, ekonomik, sosyal ve felsefi gelişimi dünyanın dengeli yapısına sıkı sıkıya bağlıdır. İlk defa küresel bazda bir sistem, canlı yaşama inanılmaz elverişli bu güzel dünyayı, kar uğruna tehdit etmekte, çürütmekte ve canlı yaşamın doğal dengeli yapısını bozmaktadır.
Küresel ısınmanın en önemli nedenleri arasında gösterilen karbondioksit miktarının bilim insanları tarafından limit olarak dörtyüzü geçmemeli deniyordu. Bugün bir eşik değer olan atmosferde milyonda dörtyüz parçacığı aşıldı. Bu ölçüt, iklimsel değişimleri kontrol altına alma, sürecin yol açacağı yıkıcı sonuçların üstesinden gelinebileceğini ifade etmekteydi. Bu eşiğin aşılması umutları azalttı. Neticede daha çok ısınma oldu ve bu ısınma daha hızlı gerçekleşti. Daha fazla hayvanın ve bitkinin soyu tükenmekle karşı karşıya kaldı. Dünya ölümcül sıcaklıklara, kuraklıklara ve kontrolden çıkan yangınlara sahne oldu. Boğucu kirlilik şehir merkezlerini kapattı. Deniz seviyesi rekor düzeyde yüksek seviyelere çıktı, fırtına ve sellere yol açtı. Küresel ölçekte çoğu ülkelerde fosil yakıt yatırımı iki katına çıktı. Her yıl dünyada 3,3 milyon insan kentlerde hava kirliliğinden dolayı yaşamını yitiriyor.
Paranın mutlak egemenliği tanıyan, büyümeye dayalı kapitalist toplumlarda bu devasa sorunlara karşı bir çözüm üretilebilir mi? Bunun kısa ve öz yanıtı, eğer ekonomik büyüme çözüm olsaydı, onca büyümeden sonra bugünkü sefil ve küresel yıkım tablosu ortaya çıkar mıydı? Nitekim kapitalizm koşullarında büyüme çözüm değil, bizzat sorunun kendisidir. Dünyada milyarlarca insana ve toprak anaya akıl almaz bedeller ödettiriliyor buna karşın krizler birbirini izliyor. Bilinmelidir ki sorunların kendini dayattığı yerde ve zamanda çözümlerinde kendisini dayatması kaçınılmazdır. Yeryüzünün mutlu azınlığı küresel egemen sınıfların iki, ezilen ve sömürülen emekçilerinde bir önerisi olmak üzere işin içinden zor çıkılır derin krize karşı belli başlı üç çözüm ileri sürülmektedir.
Birincisi, küresel egemen sermayenin mevcut neo-liberal politikalarının derinleşmesini öngören ekonomik büyümenin gerektirdiği sınırsız pazar arayışının “yeşil ekonomi”, “yeşil büyüme” denilerek gezegende canlı ne varsa özel mülk haline getirilmeye çalışılmasıdır. Yani sermayenin, küresel yıkımdan kar sağlamayı önüne koyan gayri ahlaki politikalarıdır. Doğanın finanslaşması, canlı ne varsa metalaştırılıp paralaştırılması ve uluslararası dev şirketlere devredilmesi çözüm olarak öngörülüyor. Suların, gıdanın, bio- yakıtın, emisyon salımının kar sağlamaya dönük düzenlemeler, geçerli ülke hukukunu ve teamüllerini etkisizleştirirken hukuk sistemi şirket çıkarlarına indekslenip hizmetine sunulmaktadır. Özellikle son zamanlarda HES ve Maden çıkarmada yaşanan hukuksuzluklar bu gelişmelerin sonucudur.
İkincisi, Kapitalizmin yukardan aşağıya devlet denetiminde yeniden düzenlenmesini ve gelir dağılım eşitsizliğini sınırlandırılmasını öngören bir yaklaşımın çözüm olarak sunulmasıdır. Bu perspektifi bir kısım nobel ödüllü iktisatçılarda -Paul Krugman, Amartya Sen, Joseph Stiglitz- yer almakta ve bunlara yeni-Keynesciler denilmektedir. Ancak bu kadarı bile küresel sermaye sahiplerini hoplatmaya yetiyor. Yeni-Keynescilerin adlarını bile duymak istemiyorlar. Bu politikanın enflasyonu artıracağını, karlarını düşüreceğini ileri sürerek ilgi göstermiyorlar. Zaten politikanın uygulama şansı çok zayıf belki hiç yok. Uygulanabilse dahi dünyanın karşı karşıya kaldığı ağır ekolojik sorunlara çözmekten çok uzak. Derin uçuruma doğru giden otomobilin, hızlı yada yavaş gitmesinin bir önemi olmasa gerek.
Üçüncüsü ise insan uygarlığının en büyük sorunu haline gelmiş olan ekolojik krizin iktisadi kalkınma ile değil, sürdürülebilir insanı kalkınmayı öncelleyen eko-sosyalist anlayıştır.
Sosyalizm ve Sürdürülebilir İnsani Kalkınma
İnsanın, hem kendine yabancılaşmasını (emeğin yabancılaşması) ve dünyanın yabancılaştırılmasını (doğanın yabancılaşması) ele alan devrimci sürdürülebilir insani kalkınma, ekolojik bakımdan geliştirdiği sosyalist perspektif bir anlayışın ürünüdür. İnsanın çevreyle olan tarihsel krizinin temel nedeni; bir tarafta zenginliklerin ve aşırı tüketimin, diğer tarafta yoksulluğun ve yetersiz tüketimin artmasına yol açan aşırı maddi üretimdir. Sürekli büyüme ve kar hedefinden başka bir şey düşünmeyen bu sistemde, insan kaynaklı karbondioksit ve diğer sera gazı salımlarından kaynaklanan iklim değişimi probleminin derin endişesi, karbon ayak izlerini kesinkes azaltmak olduğu (düzen içi zor) ana düşünceyi oluşturur. Halbuki gerçek olan şudur ki bütünüyle sermayenin genişleyen birikimine ve karına odaklı düzeninden kaynaklanan sayısız sayıda iç içe geçmiş sürekli artan ekolojik sorunlar gezegeni tehdit eder duruma geldi. Dolayısıyla azaltılması gerekli yalnızca karbon ayak izi değildir. Aynı zamanda azaltılması gerekli ekolojik ayak izleridir. Dünya çapında özellikle emperyalist kapitalist ülkelerin ekonomik gelişmesi durdurulmalıdır. Aynı zamanda sömürülen yoksul ülkelerde ekonomi geliştirilmelidir. Bu nedenle temel ilkelerimiz sürdürülebilir insanı kalkınma ilkeleri olmak zorundadır. “İnsani kalkınma, sürdürülemez iktisadi kalkınma değildir; sürdürülebilir insani kalkınma elbette durdurulmamalı ve herkesin yararına geliştirilmelidir.” Jonh B. Foster.
Bir ekonominin sürdürülebilir insani kalkınma olabilmesi için iki kriterle ölçülmektedir. Birincisi toplumsal bir gösterge olarak insani gelişme indeksi, ikincisi kişi başına kullanılan doğal varlık miktarını ölçen ekolojik ayak izi kriteridir. İnsani gelişme indeksi puanının en az 0,80 ve ekolojik ayak izi kriterinin de en çok 1,8 global hektar olması gerekiyor.
Sosyalist toplumun inşasında temel sorunun iktisadi kalkınma değil, insani kalkınma olduğunu açıkça beyan eden Ernesto Che Guevara’dır. Che, “Küba’da Sosyalizm ve İnsan” eserinde sorunu yalın bir dille ifade eder. “Bizim görevimiz, anlaşmazlıklar yüzünden sapıtmış şimdiki kuşağın baştan çıkmasını ya da yeni kuşakları baştan çıkarmasını engellemekten ibarettir. Ne resmi düşünceyi benimsemiş başı eğik ücretliler yaratmalıyız, nede tırnak içindeki bir özgürlükten yararlanarak bütçe elverdiğince yaşayan burslular. (…) Söz konusu olan kaç kilo et yenildiği, bir insanın, bir yılda kaç kez kıyıda gezmeye gidebildiği yada şimdiki ücretle dışarıdan gelen cicilerden ne kadar alabildiği değildir. Tam olarak söz konusu olan bireyin daha çok iç zenginliği ve daha çok sorumlulukla kendini dopdolu duyumsamasıdır. (…) Bizim durumumuzda, çocuklarımızın, sıradan bir insanın çocuklarının sahip oldukları şeylere sahip olmaları, sahip olmadıkları şeylere sahip olmamaları gerektiğini düşündük. Ve ailemizin bunu anlaması ve bununla savaşması gerekir.”
Che’nin başlatmış olduğu insani kalkınma hedefi geniş kesimlerce “Küba’nın yeşillenmesi” olarak tanımlanan yeni bir biçime dönüşmüştür. McKibben yazdıklarına göre “Kübalılar yarı sürdürülebilir tarım alanında dünyanın en geniş çalışan modelini, dünyanın geri kalanından farklı olarak petrole, kimyasallara, büyük miktarlarda gıdanın ithal ve ihraç edilmesine çok daha az ihtiyaç duyan bir model yaratmışlardır…Küba’da binlerce ve yalnızca Havana’da iki yüzden fazla organoponicos –kentsel tarlalar- vardır.” Dünya Vahşi Yaşam Fonu’nun Yaşayan Gezegen Raporu’na göre “tek başına Küba” tüm dünyada yüksek bir insani kalkınma düzeyi yakalamıştır. Bu düzey 0.8 ‘in üzerinde bir endekstir ve kişi başına düşen ekolojik yıpratma konusunda da dünya ortalamasının altındadır.
Dünyadaki üretimin dörtte biri insani ihtiyaçlar için, dörtte üçü ise lüks tüketim için yapılmaktadır. İnsanı ve doğayı ağırlıkla tahrip eden de esasen bu lüks tüketimdir. Marx’a göre “Üretici olmayanlar için zenginlik üreten ve bu yüzden bu zenginliği ancak kendisini elde edebilenlerin yararlanacağı biçimlerde üretmek zorunda olan bir toplum için, lüks mallar mutlak bir zorunluluktur… Lüks, doğal zorunluluğun karşıtıdır. Zorunlu ihtiyaçlar bireyin kendisini doğal bir nesneye indirgeyen ihtiyaçlardır. Sanayinin gelişimi eski lüksleri olduğu kadar bu doğal zorunluluğu da askıya alır.” Sosyalist üretimin amacı “ toplumsal bir varlık olarak insanın tüm potansiyellerinin geliştirilmesi, olabilecek bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir üretimin sağlanması en üst derecede kültüre kavuşması için pek çok hazzı tatması gereken bu varlığın en tam ve en evrensel toplumsal ürün olarak üretimi”dir. Zira Marx’a göre de gerçek zenginlik, zorunlu emek zamanı değil, kullanılabilir emek zamanıdır. Marx’ın bu yazdıkları ile Che’nin sosyalist bir toplum için savunduğu öngörülerinin tamamıyla bir uyum içinde olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Kapitalizmin daha fazla kar mantığına karşın dünyada devrimci muhalefetin umut adacıkları biçiminde de olsa yükselmesi, yeryüzünün ve insanlığın ayakta kalabilmesi için başka bir alternatifin olmamasıdır. Bu noktada ekoloji ve sosyalizmin hedefleri örtüşmektedir. Eğitim, sağlık, gıda, barınma vs. hizmetler kadar toprağında bölüşümünün vahşi piyasa güçlerinin intiyaçlarına göre değil, sürdürülebilir insani üretimin ve ekolojik dengenin ihtiyaçlarına göre belirlenmesi gün geçtikçe daha da belirginleşip kendini dayatmaktadır. Bugün giderek artan oranlarda gerçek ihtiyaçlardan ayrı yapay istekler piyasası oluşmuştur. Yeryüzü bir bütün olarak sermayenin ve onun dünyayı yabancılaştırmasının doğrudan etkisi altındadır. Piyasa ekonomisinin önceliklerine izin vermek yerine, varlıkların ve kapasitelerin en çok ihtiyaç duyulan yoksul kesimlere bölüştürülmesi için planlamalar yapılmalıdır. Amaç, toplumdaki acil bireysel ve kolektif ihtiyaçları özelliklede fiziksel olanları belirlemek ve bu sayede doğa insan ilişkisini yeniden ele almaktır. Bu sürdürülebilir bir toplum yaratmanın mutlak ön koşuludur. “Sosyalizm her zaman kapitalizmin sömürü ilişkilerini tersine çevirmeyi ve bu ilişkilerin doğurduğu çoklu toplumsal kötülükleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir toplum olarak düşünülmüştür… Bugün sosyalizme geçiş ile ekolojik bir topluma geçiş aynı şeydir.”John B. Foster
Onun için Engels sosyalizmi, insanla doğanın birlikteliği olarak tarif eder. Bugün eşit özgür, sürdürülebilir bir toplumsal yaşamı hedefleyen devrimciler olacağız yada yok olacağız.