Cihat Torun: R.Tayyip Erdoğan’ın 18. Brumaire’i

cihat

Karl Marx’ın, General Napoleon Bonaparte’ın 1799 yılında, Fransız Devrim takviminin Brumaire ayının 18’ine gelen gün yaptığı darbeyle devrime son vermesine atıfla kaleme aldığı Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i isimli önemli eseri, bir başka Napoleon’un (Louis Bonaparte) bu darbeden 52 yıl sonraki tekrarını konu almaktadır.

Amca Napoleon, Fransız Devrimi’ne imparatorluk hayaliyle son verirken, estirdiği terör ve döktüğü kan bütün Avrupa’yı sarmış, tüm kıtaya yayılmıştır. Sonu hüsranla biten bu kanlı hikaye, Fransa için tekrar monarşiye dönüşle sonlanmıştır.

Monarşi de halka huzur ve mutluluk getirmemiş ve 33 yıl sonra yeni bir Fransız Devrimi ile Cumhuriyet kurulmuştur. İlkinde olduğu gibi ikincisinde de umduğunu bulamayan işçiler ve köylüler aradıkları kurtarıcıyı bir başka Napoleon’da bumuşlar ve 1848 yılında yapılan seçimle Louis Bonaparte’ı rakibine üç kat fark atacak oy çoğunluğu ile Cumhurbaşkanı seçmişlerdir.

Louis Bonaparte, bununla yetinmemiş, Fransa için “tek adam” olma hayalini, 1952 yılında yaptığı askeri darbe ile imparatorluğunu ilan ederek gerçekleştirmiştir.

Karl Marx, Hegel’in “tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler sanki iki kez yinelenir” şeklindeki gözlemine “ilkinde trajedi olarak (Napoleon Bonaparte) ikincisinde komedi olarak (Louis Napoleon)” diye ekleme yapar.

Bu yazıda muradımız elbette Fransız tarihini incelemek ve yeni çıkarımlarda bulunmak değil. III. Napoleon darbesinin üzerinden 155 yıl geçtikten sonra aynı komedinin, Marx’a nazire yaparcasına ülkemizde yaşanan benzerliğine dikkat çekmektir.

Darbe geleneğine sahip bir ülkede alışkın olduğumuz bütün darbeler askeri darbelerdir ve neredeyse her 10 yılda bir yaşanmaktadır. 15 Temmuz askeri darbe girişiminin sivil halkın direnişi ile bastırılmasını fırsat bilerek gerçekleştirilen sivil Recep Tayyip Erdoğan darbesi ise Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk ama Avrupa tarihinin komik (!) tekrarıdır.

AKP iktidarının yaptığı anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesini sağlayarak yaratılan fiili durumu, Cumhurbaşkanı’nın anayasal sınırlar içerisinde kalmasını sağlayacak hukuki bir çerçeve çizerek çözebilecekken, Recep Tayyip Erdoğan’ın her zaman yaptığı gibi uymak zorunda olduğu yasaları ve yaratılan fiili durumu kendine uydurup başkanlık sistemini dayatmaktadır.

14 Ağustos Rize konuşmasında “İster kabul edersiniz, ister etmezsiniz, Türkiye’nin yönetim sistemi değişmiştir” diyerek de her koşulda bunu dayatacağını ilan etmiştir. Hiçbir koşulda Cumhurbaşkanı’na karşı bir cümle kuramayacak durumdaki Başbakan ve Bakanlar Kurulu üyeleri ise FETÖ’cü damgası yememek ve/veya aralarındaki biat kültürüne halel gelmemesi için kendilerine emredilen herşeyi hukuki veya değil bakmaksızın “başüstüne komutanım” edasıyla kabul edip zavallı bir durumda bunu izah edebileceklerini düşünmektedirler.

12 Eylül askeri darbesi sonrasında bile göstermelik mahkemeler varken ve bu göstermelik mahkemelerin kararlarına uyuluyormuş gibi yapılırken, bugün buna dahi ihtiyaç duyulmamakta, Başkomutan’ın (!) her isteği anında yerine getirilmekte ve bunun için herhangi bir mahkeme kararına ihtiyaç duyulmamaktadır. Bu durum öyle bir komik hal almaktadır ki, bir ay once FETÖ’ye üye olmaktan iş adamlarını tutuklayan hakim, Bylook  programı kullandığı gerekçesiyle anında tutuklanabilmektedir.

Muhalif bütün gazete, radyo ve televizyonlar karartılmakta, sivil toplum kuruluşları tehditle susturulmakta, OHAL gerekçe gösterilerek bütün gösteri ve yürüyüşler anında yasaklanmakta, istemedikleri devlet memurlarını gerekçesiz işten atmakta, ateist ve komünist olduğunu ilan eden bilim adamlarını dahi FETÖ’cü damgasıyla uzaklaştırabilmektedirler.

Ekonomide de işler iyi gitmemekte, dolar tarihi zirveleri tekrarlamaktadır. Kredilendirme kuruluşları Türkiye’nin notunu çöp seviyesine indirmiştir. Bu notun karşılığı olarak uluslararası fonlar ülkeden çıkmaya başlamış ekonomik kriz derinleşmiştir. Uluslararası fon desteğinden yoksun kalan iktidar, varlık fonu adı altında bir sermaye yaratabilmek için elini emekçinin cebine atmış durumdadır. İşadamları gayri resmi toplantılarda dile getirdikleri rahatsızlıkları resmi toplantılarda yalayıp yutmakta Başkomutan’ın (!) karşısında el pence divan durmaktadırlar.

III. Napoleon’un imparatorluğunu sürdüremez hale geldiğinde son bir hamle olarak Almanya’ya savaş açması gibi, muhtemel-müstakbel ünvanıyla İmparator Recep Tayyip Erdoğan’da sürdürülemez gidişatı değiştirmek ve değişen rejimin adını koyma koşullarını yaratmak için Suriye ve Irak’ta savaşa girmekten kaçınmamaktadır. Almanya’nın postalları altında ezilen III. Napoleon imparatorluğunun sonu neyse bu koşullarda Türkiye’nin geleceği de ne yazık ki o’dur.

Karl Marx, bireyin tarihteki rolünü gösteren ifadesi ile “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş nesillerin ağırlığı yaşayanların üstüne bir kâbus gibi çöker.” demektedir. Bize de burada, ya demokratik ve sosyal bir cumhuriyet için mücadele etmek ya da iktidar’ın dilinden düşürmediği “takdiri ilahi” denizinde boğulmak düşüyor.

Bu ikilemden kurtuluş, ilkinin daha hayırlı bir seçim ve bu seçimi yapabilecek gücümüzün olduğunun farkına varıp tarihsel misyonumuzla mevcut kötü gidişata karşı direnmek, mücadele etmekten geçmektedir.

PAYLAŞ