Türkiye’de demokrasi eksikliğinin en önemli nedenlerinden birisi sendikaların görece zayıf olmasıdır.
Türkiye’nin en önemli dönemeç noktalarında örgütlü yani sendikalı işçi sınıfı en etkin demokrasi güçlerinden birisiydi. İşçi sınıfı demokrasiyi savunmak için harekete geçmediğinde ise bütün toplum çok ağır bedeller ödedi.
1960 Darbesi’nden sonra demokrasi hamlesi yapan esas unsurlar sendikalı ve yeni büyüyen işçi sınıfıydı. 15-16 Haziran 1970’de solun hâlâ orduya inandığı bir dönemde, hem Türk-İş hem DİSK’te örgütlü işçiler hükümete de, orduya da meydan okudular. 1980 yılında ise işçi sınıfının sessizliği 12 Eylül’ün vahametine izin verdi.
12 Eylül sonrasındaki sessizliği bozan (1987’deki kadın yürüyüşünü unutmadan) yine 1989’daki sendikalı işçilerin bahar eylemleriydi.
1991’de seçilen SHP-DYP hükümeti vaat ettiği demokrasiyi yerine getirmemekle kalmadı, faili meçhul cinayetlerin yükseldiği bir döneme yol açtı. Bu dönemin parlayan yıldızı KESK sendikalarının inşası mücadelesiydi. Sürgünleri ve baskıları yenen yasadışı bir sendikal girişim, 600 bin üyesi olan yasal bir memur sendikası yarattı. Her ne kadar KESK’i inşa edenler arasında bunun bir işçi hareketi olmadığını düşünenler olsa da, KESK’in inşası hem işçi sınıfı hareketi için hem Türkiye’deki demokrasi için tarihi bir kazanç oldu. Memur Sen gibi sendikalar bile varlıklarını KESK’i inşa edenlere borçlu. Diğer sendikaların varlığı her ne kadar iktidar güdümlü olsalar da yine de demokratik bir kazançtır. Bütün saldırılara rağmen KESK sendikalarının hala ayakta olması 25 senelik bir mücadelenin kalıcı kazancıdır.
Uluslararası düzeyde de sendikaların varlığı ve gücü kritik bir toplumsal demokrasi ve eşitlik göstergesidir. İktisadi ve demokrasi faktörlerini birleştiren Birleşmiş Milletler resmi “Mutluluk Endeksi”ne göre en mutlu on ülke arasında sadece ikisinin (İsviçre ve Avusturalya) toplu iş sözleşme oranı %50’nin altında ve her iki ülkede de %50’ye yakın. Eşitsizliğin en düşük olduğu bu ülkelerdeki mutluluğun kaynağını bulmak çok zor olmasa gerek.
OECD (İktisadi İşbirliği ve Gelişme Örgütü) rakamlarına göre 1999-2013 arasında 20 üyesinden sendikalaşmada en hızlı düşüş gösteren ülke Türkiye. Diğer OECD ülkelerinde birkaç puanlık bir düşüş ya da (daha seyrek rastlanan) yükseliş varken, Türkiye’de resmi sendika üyesi yoğunluğu %29,3’den %6,3’e kadar düştü. Ancak bu düşüş gerçeği tam yansıtmıyor. 1999’daki rakam o zamanki uygulamalar nedeniyle abartılı idi. İşkolu barajı gerçekçi olmayan %10 seviyesindeyken toplu iş sözleşmelerinin yapılabilmesi için Çalışma Bakanlığı bazen ve bazı sendikalar için şişirilmiş üyelik rakamlarına göz yumuyordu. Değişen sendika yasasıyla beraber sendika üyeliği rakamları artık SGK kayıtlarına bağlandı.
Sendikalar mevcut kapitalist sistem içinde işveren ve işçi arasındaki mücadeleyi yürüten ancak son tahlilde uzlaşma sağlayan kurumlar. Bu rol kurumsallaştığında sendikanın kurumsal kimliği de sık sık mücadele önünde engel teşkil ediyor. Her mücadele hem bir fırsat hem de sendikanın kurumsal varlığına bir tehdit haline geliyor. Hele hele sendika maaşlı yönetici çalıştıran bir kurum olduğunda kurumsal muhafazakârlık daha da artıyor.
Bu kurumsal muhafazakârlığı önleyecek sihirli bir değnek yok. Mevcut tutucu sendikalardan ayrılan ya da onlara karşı çıkarak kurulan daha radikal sendikalar da oldu. Örneğin ABD’de bürokratik AFL’ye karşı kurulan radikal CIO federasyonu; AFL-CIO ile yeniden son derece bürokratik bir yapı içinde birleşti. Güney Afrika’da bir zamanlar SACTU’dan ayrılarak Apartheid’e karşı en radikal mücadeleyi yürüten COSATU artık patronlarla işbirliği içinde (Marikana maden işçisi katliamı bunun en çarpıcı örneği) ve yeni bir kriz ve bölünme yaşıyor. Ve bizde DİSK. Çıkış noktasındaki radikallik, ne yazık ki DİSK’e üye olan sendikaların radikalliğini garantilemedi.
Dolayısıyla bazen solda “Sarı” ve “Kızıl” sendikalar arasında yapılan kaba bir kutuplaşma işçi sınıfı hareketinin dinamiklerini anlamak açısından bize yardımcı olmuyor. Örneğin Türkiye’deki sınıf mücadelesinin doruk noktalarından birisi 15-16 Haziran 1970 işçi hareketi. DİSK’in varlığı yeni bir yasanın tehdidi altındayken, bazılarına göre “sarı” sendika olan Türk-İş’e bağlı sendika üyelerinin işyerlerini terk edip sokağa dökülmesi kritik bir rol oynadı. Harekete ihanet edip olağanüstü hale teslim olan radikal DİSK liderleriydi. Bu ihanete direnip bazı iş yerlerinde grevlere devam eden tabandaki işçilerdi.
Sendikal mücadele her zaman çelişkilerle doludur. Bu bir gerçek ve bu gerçeği anlayarak mücadele içinde yer almak zorundayız. Bunu görmezden gelmek gibi bir lüksümüz yok. Ancak bu durum sendikal mücadelenin kritik ve merkezi rolünü azaltmıyor. Tarih boyunca genel grevle karşı karşıya gelen herhangi bir darbe ya da diktatörlük ayakta kalamadı. Almanya’da 1920 Kapp Darbesi ya da Rusya’da Eylül 1917 Kornilov Darbesi bunun iki önemli örneği. Yunanistan’da 14-21 Nisan 1942 ve Temmuz 1943’de yaşanan genel grevler Nazi işgal güçlerini bile yenebildi.
“Sarı” sendika üyelerin çıkarlarına sahip çıkmakta zorlanabilir. “Kızıl” sendika kurumsal varlığını ya da yöneticilerin kişisel çıkarlarını üyelerin çıkarlarının önüne koyabilir. İşçiler uyanık olmak zorunda. Yakın geçmişte Çin’de ortaya çıkan bir örnek var. Rejimin resmi devlet güdümlü sendikası ACFTU işçileri örgütlemek için genellikle hiçbir şey yapmıyor. ABD’li Walmart süpermarket zincirinde çalışan işçiler internet üzerinden enformal bir dernek kurarak örgütleniyor. Bunun önünü kesmek için ACFTU işçileri örgütlemeye başlıyor ve hemen ABD’li Walmart ile bir toplu sözleşme yapıyor. Ancak bunu yapabilmek için ACFTU her mağazada bir şube kurmak zorunda kalıyor. Dernek üyeleri şubelere girip seçim kampanyası yapıyorlar. Tabi ki patron ve devlet güdümlü sendika birlikte bu girişimi engellemeye çalışıyor. Ama yeni bir mücadele alanı açıldı ve derneğin on binlerce yeni üyesi var.
Dünyadaki deneyim tarih değiştikçe işçi sınıfı bileşiminin de değişmekte olduğunu gösteriyor. Aynı deneyim bu yeni şekilleriyle işçi sınıfı ve dolayısıyla sendikaların devam eden merkezi rolüne işaret ediyor.
Önemli olan, sendikal mücadele içinde aşağıdan geleni ön plana çıkarabilmektir. Sendikal mücadelenin demokratik ve antikapitalist niteliklerini güçlendirmek gerekiyor. Sendikalar sahip oldukları iç demokrasi oranında mücadeleci bir çizgiye izin veriyor. Sendikaların ne kadar demokratik bir yapıya sahip oldukları çok önemli.
Türkiye’de sendikaların iç demokrasisi son derece sınırlı. “Sarı” ya da “kızıl” olsun üyelerin doğrudan sendika kararlarını belirleme hakkı yok. Dolaylı ve aralıklı demokrasi pek de demokratik değil. Şubelerde iki (ya da daha fazla) senede bir yapılan kongrelerle yönetim ve genel kongre delegeleri seçiliyor. Ulusal ya da şube düzeyinde bütün kararlar genel kongrede seçilen yönetim tarafından alınıyor. İşyeri temsilcileri seçimle değil yönetimin tercihleriyle belirleniyor. Dolayısıyla temsiliyet üyelerin sendikada temsilinden çok sendikanın üyelere temsil edilmesi biçiminde oluyor. Demokrasi konusunda tek istisna greve çıkma oylamaları. Tabii ki grevi bitirmek için bir oylama yok. Bu da grevin başlamasını zorlaştırırken, bitirilmesini kolaylaştırıyor.
Bu demokrasisizliğin önemli sebeplerden biri mevcut sendika yasasıdır. 12 Eylül rejiminin getirdiği ve seçilmemiş bir parlamento tarafından oylanan bu yasa çok akıllıca tasarlanmış. Yasanın neredeyse her maddesi sendikaların bürokratik yapısını ve patronlarla uyumlu yaşama eğilimlerini güçlendirmek amacı taşıyor. Maaşın %3’ü kadar olan sendika aidatları dünya standartlarına göre yüksek olduğu için bürokratik yapılar teşvik ediliyor. Sendika aidatlarının doğrudan patronlar tarafından ödenmesi ise patronlarla sıcak ilişkileri teşvik ediyor. Sendikaların anti-demokratik ve dolaylı karar mekanizmalarının hepsi yasa tarafından belirleniyor. Yeni değişiklikler sonucunda sendika üye listeleri bile Çalışma Bakanlığı tarafından tutuluyor. Böyle bir uygulamanın ne kadar istismara açık olduğu belli. Bakanlığın bu sırrı patronlara karşı koruyacağından kim emin olabilir?
Ancak her şeyi yasaya bağlamak yanlış olur. KESK kurulurken yasanın kapsamı dışında olduğu için herhangi bir yasaya uyulma zorunluluğu yoktu. Ancak aynı dolaylı anti-demokratik yapılar tüzüklere yazıldı. Yasalar bize bir dizi tüzük maddesini dayatıyor olabilir. Gayri resmi yapılarla ve fiili uygulamalarla demokrasiyi yeniden denkleme sokmak mümkün. Bazı sendikalarda bu bir miktar yapılıyor, bazılarında sözde yapılıp fiilen yapılmıyor, bazılarında ise yasanın öngördüğü demokrasi bile sınırlanıyor.
Sendikal mücadele bütün toplum için demokrasi mücadelesinin kritik bir motoru. Sendikal mücadele içinde sendikaların iç demokrasisi son derece önemli. Tabandan gelen rüzgârların güçlendirilmesi ve yansıtılması için her demokrat ya da solcunun çaba sarf etmesi gerekiyor.
Chris Stephenson