Şimdi ihtiyaç duyulan 4 adalet düzeni
Yaşanan kriz üzerine bir çok şey söyleniyor. Kimileri ekonominin büyüdüğünü ancak gelir dağılımı bozukluğu ve enflasyon nedeniyle hayat pahalılığının arttığını vurgularken başka birileri dibe vurduğumuz ve içinden çıkamayacağımız bir kriz yaşadığımızı anlatıyor. Herkesin birleştiği nokta ise ülke ekonomisinin giderek öngörülemez hale gelmesi. Ekonominin içine girdiği kriz ve yönetimsel belirsizlik içinde tahmin yapmak bile zorlaşıyor.
Ortaklaşılan bir başka nokta ise hayat pahalılığının açıklanan enflasyon oranının üzerine çıkması ve istihdam oranlarının özellikle genç istihdam oranlarının hızla düşmesi. Bu tablonun nereye varacağı konusunda iyimser olmak yandaşlar dışında mümkün değil.
Büyüme refah sağlamıyor
Öncelikle şunu söylemekte yarar var. Ekonomik büyümenin toplumun geniş kesimlerine refah sağlayacağı varsayımının geride kaldığı bir dönemdeyiz. Bu sadece pandemi nedeniyle oluşan bir durum değil. Teknolojik sıçramaların yarattığı üretim artışı ve büyüme, istihdam rakamlarını ve gelir dağılımını iyileştirmiyor. İktisatçıların ortaya koyduğu rakamlar bunun karinelerini içeriyor. Son bir yıl içinde Türkiye işgücü piyasasına üç milyon insanın katıldığı ancak istihdamın 380 bin kişi azaldığını düşünürsek durum daha iyi anlaşılır.
Kısacası ekonomik büyüme ,hayat pahalılığını ve yoksulluğu ortadan kaldırmıyor. Ülkemizin 2021 yılı büyümesinin %9-%10 seviyelerinde olacağını düşünürsek krizin bu kadar derin bir etkisi olmaması gerekirken ortalama hane halkı ciddi bir yoksulluk yaşıyor. Bu, alışılagelmiş iktisat kabulleriyle çelişen bir durum ama gerçeklik tam da bu. Üstelik bu, dünyanın bir çok ülkesinde görülen bir tablo. Ülkemiz özelinde asgari ücretli kesimin çalışanların %50’sinden fazla olduğunu düşünürsek şaşırtıcı bir durum yok; ya işsizlik ya da sefalet ücretine mahkumiyet!
Bilinçli politika
Son dönemin önemli spekülasyonlarından birisi, iktidarın düşük faiz yüksek kur politikasını bilinçli olarak uyguladığı yönünde. Bu politikadan amaçlananın da dünya ekonomisinin tedarik zincirindeki kırılma nedeniyle ortaya çıkan darboğazları aşmak üzere Çin’in yerini almak olduğu belirtiliyor. Katar, BAE ve benzeri kaynaklardan sağlanacak ranta yönelik yatırımlarla ülkeye girecek paranın sağlayacağı geçici rahatlama ve sonrasında düşük emek maliyetleri ile bol ihracat ve toparlanma senaryosunun altı çiziliyor.
Bu senaryonun hayata geçeceğini düşünenlerin göz ardı ettikleri önemli bir husus Çin ekonomisinin ucuz emek esaslı olmaktan çıktığı gerçeği. Çin, dünyaya katma değeri yüksek teknoloji ürünleri ve hizmetleri sunuyor. Bu alanda çalışan şirketler öylesine güçlü bir duruma geldi ki gerek ABD gerek Çin hükümetleri söz konusu şirketlere yönelik önlemler alma yönünde girişimlerde bulundu.
Teknolojik ürünler konusunda en önemli problem çip üretiminde ortaya çıktı. Pandeminin yanısıra yangın vb. nedenlerle dünya ekonomisi iki yıla yakın bir süredir çip sıkıntısı çekiyor. Bu sıkıntı beyaz eşyadan otomotive Türkiye’nin de iddialı olduğu birçok sektörü vuruyor. Dünya devi Toyoto’dan ülkemizin Otosan’ına kadar bir çok firma, üretim miktarlarını %40 düzeyinde rakamlarla azaltıyor.
Dışa bağımlılık
Bilinçli yüksek kur-düşük faiz politikasının önündeki bir diğer engel ise ülkemiz ekonomisinin dış girdiye bağımlı olması. Tekstil gibi görece emek yoğun sektörlerde dahi iplikten boyaya kadar birçok hammadde ve ara malı ithal ediliyor. Bu durum nedeniyle kur yükseldikçe üretimde sıkıntılar yaşanıyor. Üstelik bizim girmeye çalıştığımız alana hamle eden bir dizi ülke olduğu düşünülürse sonuç elde etmek pek kolay gözükmüyor.
Bu politikaların en vahim sonucu ise ülkemiz işçi sınıfını yoksulluğa mahkum etmesi olacak. Asgari ücrete yapılacak yüksek oranlı zamlar gerçeği bir süre gizlese bile dolar bazında dünyanın en düşük ücretli çalışanlarının olduğu bir ülke konumunda kalmaya devam edeceğiz. Geçici rahatlamalar, evi dar gelen çiftçinin hayvanlarını içeri alıp daha sonra dışarı çıkarınca rahatladığını sanması hikayesine benzeyecek.
Ucuz emek çözüm mü?
Gelişmiş ülkelerin giderek hızlanan biçimde ucuz işgücü ihtiyacından kurtulmaya başlamaları da bu planın gerçekleşmesini zora sokan bir başka gerçeklik. Yapay zeka, derinlemesine öğrenme, nesnelerin interneti vb. teknoloji uygulamaları ucuz değil yüksek eğitimli emeğe ihtiyaç duyuyor. Bu eğitim düzeyini belirleyen üniversite mezunu sayısı değil eğitimin niteliği. Ülkemizdeki eğitim kurumlarının hali düşünüldüğünde bu alanda da oyuna mağlup başlanacağı ortada.
Ülkemize özgü bir diğer gerçeklik de istihdamın önemli bir bölümünün küçük ölçekli işletmelerde gerçekleşiyor olması. Bu işletmelerin önde gelen özelliklerinden birisi de kullandıkları hammadde ve ara mallarının ağırlıkla ithal ediliyor olması. Bu girdilerin fiyatlarındaki artışla beraber enflasyon sonucunda artan kira, ulaşım, elektrik vb. giderlerin söz konusu işletmeleri zora sokacağını öngörmek yanlış olmasa gerek. Zora giren bu işletmeler tasarrufa yönelecek ve bunun en kolay ve kendileri tarafından kontrol edilebilir yolu, eleman çıkarmak olacak. Bunun işaretlerini değil gerçekleştiğini zaten uzunca bir süredir görüyoruz.
Ülkemizin kimileri tarafından potansiyel güç olarak değerlendirilen genç nüfusu ise bu programın sorunları çözmeyeceğinin önemli bir işareti. Yaygınlaşan yüksek öğretim kurumlarını bitirmiş, hayat beklentileri yüksek, tüketim alışkanlıkları pompalanmış bu genç nüfus, her gün işsizler ordusuna katılıyor. Ucuz emek ile krizi aşma yönünde atılacak adımlar, bu genç nüfusun sosyo-ekonomik beklentilerini karşılayacak bir gelir düzeyi yaratamayacağından çözüm olmayacak. Toplumsal kriz devam edecek.
Kapitalizmin bu gün içinde bulunduğu önemli sıkıntı tam da bu. Sadece ülkemizde değil dünyanın orta ve üst gelir kuşağındaki ülkelerinde gelir dağılımı adaletsizliğine bağlı derin bir toplumsal kriz yaşanıyor. Servetin sınırlı sayıda insanın elinde toplanması, bu krizin her gün daha da derinleşmesine yol açıyor. Bu durumdan kurtulmak, alışılagelmiş önlemlerle mümkün gözükmüyor.
İklim krizi
Son olarak krizi giderek derinleştiren iklim krizinin altını çizmek gerekiyor. Özellikle tarım ürünlerinin üretimini vurmaya başlayan iklim felaketleri yoksullara hayat pahalılığı olarak yansıyor. Temel gıda maddelerindeki artışlar, büyük kitleleri açlık sınırının altına itiyor. Yıllardır süren ithalata dayalı tarımsal üretim politikaları sonucunda döviz kurlarındaki yükselişle birleşen üretim düşüşü bütün ürünlerde büyük bir artışa neden oluyor.
Bu tablodan kurtulmak mümkün ama bunu zengini daha zengin yapan kapitalist politikalarla gerçekleştirmek mümkün değil. Şimdi ihtiyaç duyulan dört adaletin; zengin ile yoksul arasındaki uçurumun ortadan kalktığı (iktisadi adalet), hiçbir kimliğin, aidiyetin dışlanmadığı (tanınma adaleti), ekosistemin yıkımının durdurulduğu (çevre ve iklim adaleti) ve siyasal alanda çoğulculuğun (katılım adaleti) egemen olduğu, yeni bir düzen.