“Kuvvet kullanılıp toprak alınsa bile, halk elde tutulmaz tek başına kılınç ile.”
Kutadgubilig
2.Dünya Savaşı sonrası ABD merkezli hiyerarşik ilişkiyi reddetmek ve farklı bir dünyanın mümkün olduğuna inanmak, sizin kendi ülkenizdeki hiyerarşik yapıyı zor yoluyla pekiştirmenizi gerektirmez. Devlet siyasete müdahale edince, siyaset idare etme faaliyetine dönüşüyor. İran ABD’ye karşı tavır alıyor diye, her demokratik girişimi şiddetle bastırması görmezlikten mi gelinecek?
Parti devleti, bütün toplumu zapturapt altına almaya yönelik hamle üstüne hamle yaparken, toplumun AKP’ye muhalif olduğunu varsaydığımız bir kesimi buna alkış tutabiliyor.
Altan Kardeşler, Nazlı Ilıcak ve diğerleri ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm oluyor, iyi hal indirimi uygulanmıyor ve malum çevrelerin – kendilerini solcu diye tanımlıyorlar- yüreklerinin yağı eriyor. Bir orkestra şefi arkadaşım sanatçı dünyasındaki nefret söylemini içeren mailleri paylaşınca, ilkelerin yerini nasıl değerler yozlaşmasının aldığını görmekten hüzün duydum. Nietzsche ne kadar haklıymış: Canavarlarla savaşayım derken, siz canavarlaşıyorsunuz. Siyasette hasetin hasatı olmuyor.
Barış mektubunu yazan 170 aydın arasında bulunan Murat Belge, devletin en üst kademesi tarafından ağır hakaret görünce, durumdan vazife çıkaran her türden mahlûkat harekete geçiyor ve aydınlar bindirilmiş kıtalara hedef gösteriliyor, ama yine de malum linç güruhu, Belge’nin yeterince risk altında olmadığı fetvasını verebiliyor. Erdoğan karşıtlığı kişileri otomatikman demokrat ve solcu kılmıyor.
Ömer Faruk Gergerlioğlu da malum bir kesimin nefret nesnesine dönüştü. “Nasıl olur da bizim mahalleden gelip, her şeyi örtbas etme faaliyetlerinin bir parçası olmuyor, inatla bize benzemiyor” diye hınçlarını kusuyorlar. Saadet Partisi’ne yönelik HAS Parti’ye benzetme operasyonundan da sonuç alınmamışa benziyor. AKP’nin özellikle kendi mahallesinde fire verilmesine tahammülü yok. O yüzden olası bir Gül adaylığı kâbusunu yaşamaya devam ediyorlar. Gül için ise sorun artık tamamıyla bir zamanlama meselesine kalmış gibi gözüküyor.
15 Temmuz darbe girişimi ertesinde, bürokrasideki tasfiyeler sonrası oluşan boşluğu dolduran kesimlerin sicili herkesin malumu. En son gazetelerinde Doğu Guta’da çocukların değil teröristlerin yok edildiğini manşetten yazabildiklerine göre, bu ittifakın ömrünü de kestirmek zor.
Lafa gelince kâğıt üzerinde siyasi partilerimiz demokrasimizin vazgeçilmez unsuru kabul ediliyor, ama Yeşil Sol Parti’nin Eş Sözcülerinin evleri bir gece ansızın hoyratça basılıp, yerlere yatırılarak, keyfi bir şekilde gözaltına alınabiliyorlar. Diğer partilerin temsilcileri ise tutuklanabiliyor. Meriç Nehri’nde, hepimizi kahrederek ölen anne ve çocukları, vicdanları harekete geçiremeyebiliyor. Sosyal medya paylaşımları bile tutuklanma nedeni olurken, insanlar hâlâ ayrımcılık yapabiliyor, mağduriyet hiyerarşisi kurabiliyorlar.
Sokrates savunmasında, devleti ata, kendini, yani aydınları da at sineğine benzetiyordu. Kralın danışmanlığını yapan Thomas More, kral kilisenin de başı olmak isteyince, buna itiraz ettiği için kafası kesilmişti. Ama demokrasi tarihi bu tür dik duruşlarla şekillendi. Gece yarısı Mustafa Kemal, Nazım Hikmet’i Dolmabahçe Sarayı’na şiir okuması için çağırdığında, Nazım’ın “Ben deniz kızı Eftalya değilim” demesi ve Paşa’nın da bu duruşu takdir etmesi unutulmamalı.
Eleştirel düşünce sadece demokrasilerde rahatsızlık yaratmıyor. Toplumu tek tipleştirme gayreti, fikrî güvensizliğe dayanıyor. Düşünce özgürlüğünün devlet gibi düşünmeme özgürlüğü olduğunu biliyoruz. Bunun en çok görüldüğü dış politika mevzuunda, doğru olan toplumun değişik kesimlerinin farklı fikirlere sahip olması ve bunları ifade özgürlüğüne sahip olabilmeleri.
Bir TV kanalında, “Suriye Kürdistanı’nda, demokratik bir X örgütünün her türlü şiddeti reddetmesi, ama statüko talebi karşısında, AKP iktidarının tutumunda fark olmayacaksa, o zaman mesele başka bir şeydir” dediğimde AKP’li katılımcılardan makul bir yanıt alamadım.
TBKP yöneticileri Türkiye’ye dönme kararı aldığında tutuklanıp işkenceden geçirildiklerinde Özal, “Bizde düşünce özgürlüğü var, onlar terörist” diyordu. Sonunda 141, 142, 163 kalktı diye sevinmiştik, ama bugün tekrar başa döndük.
Hukuk niye vardır? Güçlü karşısında güçsüzü korumak için. Demokrasi de çoğunluğun değil, azınlığın kanaat özgürlüğünü garanti altına aldığında bu tanımı hak ediyor. Gazeteci Deniz Yücel derin pazarlıklarla ansızın salıverilirken, eline alay eder gibi tutuklama kararını tutuşturabiliyorlar. “Biz kabile devleti değiliz” diyorlar, ama Kayı kabilesinin de bir hukuku vardı. 4000 yıl önce Hititlerin bile uygulanan bir anayasası bulunuyordu.
Selahattin Demirtaş ise yakın dönemle ilgi tarihi açıklamalar yapıyor, ama medya bununla pek ilgili gibi gözükmüyor. Darbecilikten yargılanan hâkim ve savcılar tarafından yapılan işlemlerin geçersizliğine işaret ediyor Demirtaş, ama “seni başkan yaptırtmayacağız” siyasetinin faturası ona ödettiriliyor.
Bu tarihi seçimleri belirleyecek düzenlemelerde bir toplumsal mutabakat kaygısı da yok. Muhalefetin bir kesimiyse hâlâ 2010 referandumunda takılmış kalmış durumda. Bu da en çok AKP’yi sevindiriyor. Hâlbuki biraz 2010’la ilgili Venedik komisyonu kararlarına baksalar meseleyi kavrayabilmeleri pekâlâ mümkün. Ya da Kenan Evren’in “Keşke ölseydim de bugünleri görmeseydim “demesinin anlamını fark etmek de çok zor olmasa gerek. Belli ki zihinleri biraz havalandırmak gerekiyor.
Dokunulmazlıkları kaldırarak kendilerine de tuzak kuranlar, hâlâ “dokunulmazlığa karşıydık biz zaten” diyorlar. Buradaki sorunun geriye dönük, itiraza kapalı, toptancı bir uygulama olduğunun kamuoyu tarafından fark edilmeyeceğini varsayarak siyaset yapmayı sürdürüyor ana muhalefet.
Unutmayalım ki McCarty döneminin Amerika karşıtı faaliyetleri araştırma komisyonunun cadı kazanı avı bugün utançla karşılanıyor. Benzer keyfiliklerin, hukuksuzlukların, KHK mağduriyetlerinin açtığı toplumsal yaraları kapatmak da çok zor olacak.
Toplumdaki anestezi etkisi -duygu yitimini yayanlar bunun kalıcı olduğunu varsayarak yanılıyorlar. Görüntünün egemenliği şimdilik aklın yerini almışa benziyor.
Siyasetin krizini yeni bir siyaset koreografisiyle aşabiliriz. Köklü çözümleri toplumda kökleşmiş örgütsel yapılar üretir. Toplumun ulaşamadığımız kesimleriyle kucaklaşabilmek, duvarları aşabilmek için kendi aramızda diktiğimiz duvarları yıkmamız gerekiyor.
Soldaki boşluk giderilmeli; bırakınız merkez solu, solun bir merkezi bile yok. Solun ideolojik ve örgütsel olarak sığıntı hali yürek yakıyor. Siyasi otlakçılıkla bir yere varılması zor. Siyasi fosillleşmeden bahsediyoruz, ama nihayetinde fosil bile bir işe yarıyor.
Mesleki temsile dayalı korporatist siyasetle yetinir olundu. Örgütsüzleri örgütleyemedik, kendimizi örgütlemek de yeterli olmadı. Kuvvetler ayrımı, parlamenterizmi savunmak gibi liberal tezler bile en devrimci tutum gibi takdim edilmeye başlandı.
Bir metamorfoza ihtiyaç var: Yani tırtılın artık kozasını kırıp kelebeğe dönüşmesi gerekiyor.
Ortadaki sorun politik gibi gözükse de aslında tamamıyla geometrik, yani bir çap ya da çapsızlık sorunu. Geleceğin dünden daha iyi olacağı, pozitivist bir inanç. Biz ne yapıyorsak, o olacak.