Ufuk Uras (Yeşil Sol Parti Beyoğlu İlçe Üyesi 23. Dönem İstanbul Milletvekili) : Linç Hukukuna Devam mı?

“Eşek olup geyik olduğunu sanan, hendeğe atladığında gerçeğin farkına varır.”

Leonardo da Vinci

Medeniyet sınavından sınıfta kalma sık aralıklarla karşılaştığımız bir gerçekliğimiz. 6-7 Eylül 1955’de azınlıklara yönelik cinayet, gasp ve vandalizmin münferit bir hadise olmadığı biliniyor. Başbakan Menderes, Meclis kürsüsünde “Bu eylemin hükümetle olan ilişkisi kanıtlansın, hemen istifa edeceğini” söylüyor ve “bunun tamamiyle mülk düşmanı solcuların işi olduğunu” iddia edebiliyordu. Fatura yine solculara çıkmıştı. Aziz Nesin, Vedat Türkali gibi aydınlarımızdan detaylarıyla dinlemiştik o dönem yaşanan acıları.

Her zaman gerçeği söylemek devrimciliktir. Talan ve gaspa dayalı ilkel sermaye birikimi bu kafayla aşılabilmiş değil. Özneler değişti, ama tarz aynıyla vaki. Weber’in vurguladığı, üst yapıya ait değerler bütünü, ülkenizin alt yapınızı da belirleyebiliyor. 15 Temmuz sonrası da değişen bir devlet refleksi söz konusu değil. Aynı tas, aynı hamam devam ediyor. Mahkeme kararlarına dayanmadan mal varlıklarına el koymalar, özlük haklarına keyfi müdahale rutinleşti.

Bugünden bakınca olanlara insanın hafsalası almıyor. Kuşun kursağı demek hafsala. Dağarcığınızın kuşun kursağı kadar olmaması lazım olan bitenin farkında olabilmek için.

Neler olduğunu bugün detaylarıyla herkes biliyor, tekrara gerek yok. Ama geçmişten bir yaprak, siyasal kültürümüzün değişmez refleksi ve kodu olmayı sürdürüyor.

Avcı toplumundan yerleşik topluma geçtiğimizi söylüyoruz, ama birbirimizi hâlâ avlamakta sakınca görmüyoruz. Etobur ve birey obur olma vasfımız bâki kaldı bu kubbede.

O yüzden, İdris Küçükömer Batı’yla Doğu’yu karşılaştırırken, “Biz ve onlar başka denizlerin balıklarıydık,” diyordu. Batı’da devlet sınıflara, Doğu’da sınıflar devlete dayanıyor.

İktidar olmak, tabii ki var olan hukuku tanımamak, uygulamamak hakkı ve imtiyazını vermiyor. En berbat yönetim kendi yaptığı kurallara dahi uymayan yönetim oluyor.

Derin devlet siyaseti belirlediğinde, siyasetin noter kurumundan farkı kalmıyor.

6-7 Eylül katliamlarından, Lice’den Şırnak’a bölgeyi yerle bir eden iradelere sorsanız hepsi ırkçılığa karşı olduklarını söyleyebilirler. O zaman ırkçı olduğunun bile farkında olmayan bu post ırkçılıkla mücadele etmenin ne denli çetrefil ve öncelikli bir iş olduğu ortaya çıkıyor. Ülkemiz hem Lorca’da hem de Franco’da yana olabilenlerin cenneti. NATO’ya karşı çıkıp organlarında yer almakta tereddüt etmeyen muhalif siyasi figürlere değinmiyorum bile.

Dolayısıyla bahsedilen mevzuu geçmişe yönelik olmaktan çok, bugünümüzü ve geleceğimizi farklı inşa edebilecek miyiz meselesidir.

Populizm, sol ve sağ halleriyle devletin toplumu kontrole etme tekniği ve biçimiyse, karşımızda bütün toplumu tektipleştirmeden rahat edemeyecek bir vakaya karşı ne ve nasıl bir tutum alacağımızda kilitleniyor bütün mesele.

Öncelikle toplumsal ve siyasal muhalefetin karşı olduğu şeyi kendi bünyesinde tekrar etmemesi, yani çoğulculuğu ve çeşitliliği alamet-i farikası olarak kabul etmesi gerekiyor. Böylece püriten siyaset geleneğinden kopulmuş olunuyor.

Anımsıyorum bir 2010 referandumu tartışmasında, Evren’in Hayır oyu verdiğini hatırlattığımda, karşımdaki şahıs “ama benim Hayır’ım onunkinden farklı” demişti. “O zaman başkalarının Evet’inin de farklı olabileceğini idrak etmen çok zor olmasa gerek,” demek durumunda kalmıştım. Keskinlik her zaman fikri zayıflığın işareti olmuştur. Her zaman başımızı derde sokan bilmediğimiz değil, bildiğimizden emin olduğumuz yanlış bildiklerimiz oldu.

Tek başına hayal kırıklıklarını örgütlemeyle yetinen bir siyasi yaklaşım da bize yeterli bir ufuk sunmuyor. Kendi tahayyüllerimiz üzerinden siyaseti inşa etmek önemli.

Devleti ele geçirmek mevhumu da demokrasilerde söz konusu değil. Kadir- mutlak devlete kim hakimse gerçekliği de onlar tanımlıyor. Toplumsal mühendisliğe itiraz edenler bu mühendisliğin alasını yapıyorlar. 15 Temmuz’a da bu kafayla geldik zaten.

Erdoğan, muhalefeti vatansever olmamakla suçladığında, onun kabulleri içinde mi tutum takınacağız, yoksa bu paradigmadan koparak mı kendi söylemimizi inşa edeceğiz konusunda iyi sınav verildiği söylenemez.

Ortalık “Ben senden daha vatanseverim, yurtseverim” feryatlarından geçilmiyor. Başkalarının kavramları ve yaklaşımlarıyla bir mücadeleden başarıyla çıkmak kolay değil. Niye bize sunulan kadrajın içine hapsolalım ki?

Kafamızı kum havuzundan çıkartmanın yolu 6-7 Eylüllerin mirasıyla ve arka planındaki ulusalcı zihniyetle yüzleşmemizi zorunlu kılıyor.

Çok kimlikli, kültürlü, dilli ve inançlı bir Türkiye’nin anayasal teminat altına alınması yurttaş merkezli bir ülkenin inşasını gerektiriyor. 6-7 Eylülleri aşmanın yolu cumhuriyetin demokratikleştirilmesini ve başka bir karşı ve demokratik bir modernite inşasını gerektiriyor ki bu aynı zamanda inşa edenlerin de inşasını içeriyor. Başkasını değil de kendini tasarlamak en zor iş. Tasarlayan tasarlananın kendisi olunca işler çatallaşıyor.

Doğu toplumlarının temel özelliği “iktidarın bölünmezliği” ilkesi. Buna tehdit oluşturduğu düşünülen her şey imhayı hak ediyor. Halbuki anlaşamadığımız konularda anlaşabilmek de bir medeniyet ölçüsü.

İslamofobiye dönüşmeden toplumun muhafazakarlaşmasını eleştirmeyi bilmek gerekiyor. Hristiyan karşıtlığı ve antisemitizm de kağıt üzerinde reddedilen bir vaka, ama rahip Santoro cinayeti ve Malatya Zirve yayınevi katliamlarının fikri takibini yapabilmekte güçlük çektiğimizi iyi biliyorum. Bebel, antisemitizme dayanan sol siyasete “Aptalların sosyalizmi” demişti, haklı olarak.

O zaman ne yapacağız? Yüzümüzü sola mı sağa mı dönelim eksik bir soru. Bu yüzden yanıtı da eksik ve güdük kalıyor. Yüzümüzü topluma dönmek ve merkez sağ seçmeni ikna etmeden iktidar seçeneği olamayacağımız görmek gerekiyor. Tek başına kendi ajandamızla başkalarını ikna etmek ve demokrasi mücadelesine katmak kolay gözükmüyor. Yıllardır programlarımızda “emek güçlerinin siyasi iktidarını” hedeflediğimizi ilan ettik, ama deklerasyon siyaseti artık kendi başına yetersiz kalıyor.

Peki, bütün bu anlatılanların bir öznesi var mı? Eğer yoksa, bu durumda nasıl inşa edilecek?

Biz partimizi tam da bu yüzden kurduk. Ama bu devasa görev şimdilik hacmimizi aşıyor.

Sonuçta siyaset bir iddia işi; iddia ve vizyonumuz yoksa, görev icabı mecburiyetten niye sürdürelim ki? Test edilemeyen, yaşamda karşılığı bulunmayan her şey metafiziktir. Gelin görün ki ortada buna aday bir yapı da söz konusu değil.

O zaman kafa kafaya verip, bu ortak iradeyi inşa etmemiz gerekiyor. Denilebilir ki, HDP var ya? Zaten HDP’ye rağmen değil, HDP’nin demokratik dönüşümünü hedefleyen bir yol haritasını ete kemiğe büründürmek tünelin ucunu bize gösterebilir. Yeter ki özgürlük hareketinin bir parçası olmak, kendisi olma ikameciliğine dönüşmesin.

Keşke Osman Müftüoğlu’nun Hürriyet gazetesindeki Yaşam Reçetesi köşesinde verdiği tavsiyeler kadar kolay verilebilseydi siyasi reçeteler. Ama hayata kendi gözleriyle bakanların geleceği de tayın etme hakkı kazanacaklarına inanıyorum.

PAYLAŞ