Türkiye, Suriye savaşında izlediği politikalar ve Avrupa Birliği ile ilişkilerinde yeni bir döneme girmiş görünüyor.
Türkiye’nin beş yıldır izlediği Suriye politikası boşa düştü. İktidar, Suriye savaşı öncesi bölgede sahip olduğu belirleyici öznelerden biri olma koşullarını büyük ölçüde kaybetti. Komşu ülkelerle sıfır sorun iddiasından, hemen hemen herkesle kavgalı bir ülke haline geldi. Uluslararası güçlerin bölge politikalarındaki öncelikleriyle Türkiye’nin öncelikleri arasında da bazı çelişkiler ortaya çıkmış ve bu durum Türkiye’nin batı ile ilişkilerinde sorunlara yol açmıştır. Rusya, Suriye savaşına açıktan fiili müdahalesiyle, bölgede elini oldukça güçlendirmiş durumda. Gelinen nokta Türkiye’nin yeni duruma göre pozisyon belirlemesine neden olmuştur.
Bu yönde Türkiye, bir süre önce özellikle sınırlarındaki Kürt varlığını geriletmek, oluşacak yeni bölge fotoğrafında Kürt yapılarının etkisini kıracak hamleler yapmak adına Cerablus’a girmiş ve belli bir derinlikte askeri varlığını tesis etmişti. Amerika ve batı ile ilişkilerinde bu yeni duruma dair politikalarda sorunlar yaşaması, Rusya ile yakınlaşmasına ve bölgedeki yeni duruma bir şekilde dahil olabilmek adına yeni politikalar geliştirmesine vesile olmuştu.
Suriye savaşının AKP iktidarının arzu ettiği istikamette ilerlememiş olması, iç siyasette de iktidarın politika değişikliğine gitmesine neden oldu. Özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası Kürt sorunu başta olmak üzere demokratikleşme adımlarından vaz geçilmiş ve faşizan bir yönelime girilmiş olunması da bu savaşın derinliklerinde analiz edilmesi gereken bir konudur.
Artık yeni ittifak blokunun milliyetçi/muhafazakar hegemonyasıyla içeride ve dışarıda savaş eksenli bir yol izlediği aşikardır. Bu yeni ittifak ve politikaların Türkiye-AB ilişkilerine yansıması ve çatışması da bir kriz olarak kendisini göstermektedir.
Avrupa Parlamentosu’nun 24 Kasım 2016 tarihinde, Türkiye ile müzakere sürecini geçici olarak dondurmayı tavsiye eden kararıyla, AB ile ilişkilerde daha sorunlu bir döneme girildiği açık. Demokrasi ve özgürlük taleplerinin yok sayılması; birey hak ve sosyal güvencelerine yapılan saldırılar, dernek, gazete, radyo ve televizyon kapatmalar ve daha birçok faşizan uygulama ile Türkiye, özellikle 7 Haziran seçimleri sonrası şiddetin siyaseti teslim aldığı ağır bir süreci yaşamaktadır. 7 Haziran öncesi toplumda var olan iyimserlik yerini büyük bir umutsuzluğa ve çaresizliğe bırakmıştır. Bu süreçte gerek AKP’nin izlemiş olduğu milliyetçi/muhafazakâr tutumun yol açtığı politik kırılmalar gerekse toplumsal muhalefetin sürece dair yol açıcı adımlar atamayışı yaşanan süreci ağırlaştıran faktörler oldu. Kürt illerinde hendekler etrafında yaşanmış olan çatışmalar, iktidarın top yekün yok etme üzerine kurduğu operasyonlar, barışa dair umutları tüketen, demokratikleşme mücadelesinde büyük gedikler açan bir sonuç üretti.
AKP hükümetinin demokratikleşme konusunda atmış olduğu her adımın bir anlamda AB ile yürütülen müzakerelere bağlı olduğunu düşünürsek, bu yeni dönemde iktidarın kendi önceliklerinin demokrasi ve sosyal hukuk devleti ile asla örtüşmediğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu ağır sürecin geldiği noktada iktidar, en temel hak olan yaşam hakkını dahi çiğneyerek kutuplaşmaları keskinleştirmeye devam etmektedir. Son dönemde yaşananlar AB ile Türkiye ilişkilerine de olumsuz yansımış, müzakereleri riske atan sonuçlar üretmiştir.
Aslında Türkiye’nin 50 yılı aşkın bir süredir AB macerası hep sorunlu ve gelgitlerle dolu bir süreç oldu. Neticede AB’ye Türkiye’nin kabul edilebileceğine dair kanaatler hiçbir zaman çok güçlü olmadı. Ancak sürecin Türkiye’nin hem ekonomik açıdan hem de siyasi açıdan yararına olduğuna dair içeride genel bir iyimserlik mevcuttu.
AB ile yaşanılan krizin derinleşmesindeki en önemli etkenlerden biri de mülteciler konusudur. Bölgedeki savaştan etkilenen milyonlarca Suriyeli mültecinin Avrupa kapılarına dayanmış olması ve sonrasında yaşananlar Türkiye-AB ilişkilerinde ortaya çıkan krizin belirleyici faktörlerinden biridir. AB’nin dinamosu olarak görülen ülkeler, Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için bir açık hava hapishanesi olma rolünü biçerken, bu sorunu müzakerelerde pazarlık unsuru haline getirdiler.
Avrupa’da son zamanlarda yükselen yabancı düşmanlığı, ırkçı ve islamafobik tepkilerin büyümesinin de esas nedeni, mülteci meselesini ekonomik krizin nedeni olarak gösteren hükümetlerin popülist politikalarıdır. Avrupa, Irak ve özellikle Suriye’den iç savaş ve IŞİD korkusu ile Türkiye’ye sığınan mültecilerin, ülkelerine akın etmesini istememiş ve Türkiye’nin bu mültecileri ülkesinde konuşlandırmasını talep etmişlerdir.
AB ve Türkiye arasında yapılan müzakereler sonucunda, mültecilerin çeşitli yollardan Avrupa ülkelerine gidişinin Türkiye tarafından engellenmesi ve Türkiye’de barınma şartlarının oluşturulması konusunda anlaşma sağlandı. Hatta Avrupa’ya geçmiş olanların da iadesini olanaklı kılan bir anlaşma bile yapıldı. Avrupa ülkeleri sadece iş gücü açıklarını giderecek, seçme mülteci kabul ederek, kendilerince sorunu esas olarak Türkiye’de çözme kolaycılığına ve faydacılığına gitmişlerdir. Bunun karşılığında yapılan anlaşmaya bağlı olarak, AB’nin Türkiye’ye mali kaynak aktarması söz konusu olmuştur.
Buradaki kritik konu, gerek AKP iktidarı tarafından gerekse Avrupa ülkeleri tarafından savaşın mağdur edip yerinden yurdundan ettiği mültecileri, Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerine konu etmiş olmalarıdır. Bu insani meselenin AB’ye üyelik gibi bir müzakerenin konusu haline getirilmiş olması tüm tarafların ayıbıdır.
Türkiye’de de iktidarın her konuda olduğu gibi, bu konuda da takındığı tavır kabul edilebilir değildir. AB ile kavgasının sonucunda, kapıları açarak mültecileri Avrupa’ya gönderme tehdidinde bulunması da meselenin her iki taraf açısından nasıl kötüye kullanıldığını göstermektedir. Bu gerilim sonrasında iktidarın, AB’nin alternatifi olarak açıklamalara yansıyan Şanghay beşlisine dahil oluruz pozisyonu ile yeni tercihleri masaya koyması durumu çözme niyetinden ne denli uzak olduğunu göstermektedir.
Rusya ve Çin’in önderliğinde oluşan Şanghay beşlisine atıfta bulunarak, aba altından sopa gösterilmesi de şaşkınlığın ve ne yapacağını bilememezliğin bir sonucudur. Şanghay beşlisinin AB’nin alternatifi bir seçenek olamayacağını bile bile bu kartı çekmesi de Türkiye’nin istikametindeki yalpalamayı göstermektedir.
Şanghay İş Birliği Örgütü olarak bilinen bu oluşum esas olarak ekonomik birlikten öte, güvenlik eksenli bir oluşumdur. Güvenlik konuları etrafında kurulan ve sonrasında ekonomik ve kültürel konuları da gündemine alan bu yapı ile Türkiye’nin iktisadi ve siyasi vizyonu daha kazançlı ve başarılı hale kavuşturulamaz. Bunu iktidarın, Rusya başta olmak üzere Türkiye’nin doğusundaki ülkelerle daha sıkı işbirliği araması, Suriye’deki savaşın sonuçlarına ortak olma girişimi ve yeniden inşa edilecek Ortadoğu’da söz sahibi olma arayışının bir parçası olarak da okumak ve değerlendirmek gerekir.
Yüzü uzun yıllardır hep batıya dönük olmuş olan Türkiye’nin, Avrupa’ya sırtını çevirerek, bölgedeki ülkelerle daha sıcak bir sürece adım atması başlı başına değerlendirilmesi ve tartışılması gereken bir konudur.
Tüm bu gelişmelere rağmen, Avrupa Parlamentosunun bildirisi iyi okunduğunda, durumun toparlanabileceğinin işaretleri vardır. Bildiride esas olarak, 15 Temmuz sonrası hükümet tarafından devreye konulan uygulamalara ve özellikle OHAL süreciyle birlikte hukuksuzluklara atıfta bulunulmakta, idam cezası ve benzer konulardaki kırmızı çizgilere vurgu yapılmaktadır. İktidarın, OHAL’i sonlandırması, idam ve benzeri tartışmalarda eski pozisyona dönmesi bile, oluşan olumsuz havayı dağıtmak için yeni bir başlangıç olabilir.
Dönemin öncelikli görevi, OHAL’siz bir ülke haline gelmektir!
Türkiye bu açmazların ve belirsizliklerin içinde, içeride siyasi olarak rejimi yeniden inşa ederek, bunun toplumsal desteğini aramaktadır. İktidar “Başkanlık sistemi” etrafında, kısmi anayasa değişikliği için, milliyetçi/muhafazakar bir ittifakla yasa tasarısını meclise getirerek meclisten yeter çoğunluğu sağlayıp referandum için kapı aralamak istemektedir.
İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla, Türkiye toplumunun ne sağlıklı bir anayasa yapma ne de yapılmak isteneni demokratik bir ortamda tartışabilme şansı bulunmaktadır. Sağlıklı bir tartışma yapma, toplumun bütün kesimlerinin eşit koşullarda halka seslenmesi ve düşüncesini anlatma şartları OHAL dolayısıyla eskisinden de daha zordur. Muhalefetin fikirlerini anlatması için gerekli olan ortam OHAL uygulamalarıyla yok edilmiş durumdadır. Bu şartlarda yapılacak olan bir referandumun üreteceği sonuç meşruiyeti açısından tartışma konusu olmaya mahkumdur.
Sivil toplum üzerindeki ciddi baskılar, yazan çizen herkesin iktidarca hedef haline getirilmesi, meclisteki üçüncü parti olan HDP’nin eş başkanları dahil birçok milletvekilinin ve belediye eş başkanlarının tutuklanması, belediyelere kayyum atanmesi ve daha bir dizi OHAL uygulaması, yeni rejim inşasında ciddi bir yol temizliği harekatıdır.
Bütün bu olumsuzluklara bir de tırmanan şiddet ortamını eklemek gerekir. Son 1-1,5 yıl içinde ülkenin farklı yerlerinde bombalı terör eylemlerinin toplumda büyük endişe yaratmakta olduğunu ve belli bir duyarlılığın bu alana yoğunlaşmakta olduğunu kabul etmek gerekir. En son Beşiktaş ve Kayseri’de patlayan bombalar, iktidarın hedefine ulaşması için önemli fırsatlar sunmuştur. Gerek içeride gerekse dış kamuoyunda politik gidişatı üzerine oldukça sıkışmış durumda olan siyasi iktidar, adeta bu tür kanlı eylemleri, kendi istikameti için fırsata dönüştürmekten çekinmemektedir.
İktidar mütemadiyen bir saldırı altında olunduğu algısını yaratmakta ve Türkiye’nin esas gündemini terör başlığı etrafında gölgeleyebilmektedir. Bu oyunu bozmanın yolu, bütün dayatmalara ve baskılara rağmen, demokratik siyasetin olanaklarını sonuna kadar kullanarak ve şiddeti reddeden ilkesel bir duruşa sahip olarak politika yapmaktır. Bu anlamda OHAL karşıtı kampanyaların güçlendirilmesi ve olası bir referandum süreci öncesi OHAL’e son verilmesini sağlamak önemlidir.
İktidarın elini güçlendiren OHAL, toplumun bütün kesimlerine deşifre edilerek, meselenin başkanlık ya da parlamenter sistem tartışması olmadığı, esas meselenin demokrasi meselesi olduğu anlatılmalıdır. İktidarın OHAL uygulamalarını, esas olarak yeni rejim inşa etme kolaylaştırıcısı olarak kullanmakta olduğu gerçeği, bütün olanaklar kullanılarak toplumun gündemine taşınabilmelidir.
İktidarın ürettiği bugünkü baskıcı/faşizan rejim parça parça kazanımlarla güçsüzleştirilebilecek gibi görünmektedir. OHAL bu ilk parçalardan biri olabilir. Referandum bir sonraki adım olarak öngörülebilir. 7 Haziran benzeri bir yenilginin iktidara yaşatılabilmesi durumunda, umutları tüketilmiş olan toplumsal kesimlerin nefes alması sağlanabilir.
Bunun gerçekleşebilmesinin ve başarılabilmesinin yolu, bunu mümkün kılacak bir ortak akla sahip olmaktır. Ne yazık ki bu son süreç boyunca, demokratik muhalefetin ortak akıl üretmedeki zaaflarını görmemiz gerekir. AKP ile mücadeleyi, bugün bu yeni milliyetçi/muhafazakar ittifakla mücadele ekseninde kavramak ve demokratik muhalefetin ittifak güçlerini çoğaltmak gerekir.
Demokratik bir ülkenin inşası temelinde laikliği, eşitliği, özgürlüğü ve ekolojik bir geleceği arama süreci olarak bir yol haritası ortaya koymak ve gereğini yapmak temel görevdir. Ayrıştırıcı olmayan, katılımcılığı referans alan bir demokrasi için duyarlılık aramak ve bunun ittifakını hedeflemek gerekir. Bunu başarmak için demokratik muhalefetin yeni bir dile ve eylem tarzına ihtiyacı vardır.
Böylesi bir ittifak, uzun erimli hedeflerle değil, her bir öznenin kendi dar grupçu çizgisinden uzaklaşması ile mümkün olacaktır. Bugün en temel ihtiyaç, demokrasi açığını kapatacak kazanımlar elde etmek ve bu kötü gidişata karşı kitlesel bir itirazı örgütlemektir. OHAL’e karşı tavır alan işlerin çoğaltılmasını ve OHAL’in kaldırılmasını sağlamak yaratılacak ortak mücadele hattının ilk sınavıdır. İkinci aşama, olası referandumu iktidar için yenilgiyle sonuçlandırmak olabilir.
OHAL kampanyası da, referandum kampanyası da, Türkiye’de kimliğinden, inancından, siyasi düşüncelerinden ötürü dışlanan, baskı altında tutulan kesimlerin geleceği olabilecek bir demokrasi perspektifiyle, toplumun tüm kesimlerinin kucaklanması hedeflenerek başarılı kılınabilir.
* Bu yazı Yeşil Sol Gündem dergisi Ocak-Şubat sayısı için Yeşil Sol Parti Merkez Yürütme Kurulu tarafından yazılmıştır.