Yoksulluğun çaresi mülteci düşmanlığı değil

(Yeşil Sol Bülten 2. Sayısı)

Yoksulluğun çaresi mülteci düşmanlığı değil
Irkçılık, demokrasi ve sosyal adaletin düşmanıdır
Covid 19 pandemisinin derinleştirdiği kriz koşulları altında tüm dünyada ve Türkiye’de yoksulluk derinleşiyor, zenginle yoksul arasındaki fark artıyor. Derinleşen sosyal adaletsizlik ve eşitsizlikler, var olan toplumsal sorunların ve çatışmaların daha da ağırlaşmasına neden oluyor. Tüm dünyanın ve insanlığın kaderinin piyasanın kör işleyişine kurban edilmesi bizi bugünlere getirdi.
İçine sürüklendiğimiz bu koşullar, toplumsal öfkeyi ve çıkış yolu arayışlarını artırıyor. Ancak çıkış yolu gibi görünen/önerilen kimi seçenekler, bizi bu sorunlardan kurtarmak bir yana, o sorunların daha da derinleşmesine neden olur. Bunun en önemli örneği ırkçılıktır.
Sorunların nedeni mülteciler!?!
Türkiye, diğer toplumsal sorunların yanında işsizliğin ve sosyal adaletsizliğin had safhada yaşandığı bir ülke. On yıllardır Türkiye’de işçilere düşük ücretler ve/veya gerçek enflasyonun altındaki ücret artışları reva görülüyor. Buna rağmen işsizlik, ekonomik krizin olmadığı dönemlerde bile yüzde 8’in altına düşmedi; daha ortada “mülteci sorunu” da yoktu üstelik. İşsizlik sorunu tamamen piyasa mekanizmasının ve bizi o mekanizmaya mahkum edenlerin suçudur.
İşsizlik de dahil bu ülkede yaşadığımız sorunların hiçbirisinin sorumlusu/başlatanı savaştan, açlıktan, baskıdan kaçan sığınmacılar değil.
Örneğin pandemi illetinden kurtulmak için ülkeyi üç hafta gerçek bir karantina altına almayıp on binlerce insanı (ekonomik hakların tanındığı gerçek bir karantina uygulamamanın toplam ekonomik maliyeti daha yüksek olmasına rağmen) “ekonominin çarkları”na kurban edenler ve etmeye devam edenler veya THK’nın elindeki sekiz yangın söndürme uçağının bakımına yeterli kaynak ayırmayıp yüz binlerce hektar ormanlık alanın küle dönmesine neden olanlar; gerekli gereksiz otoyol, havaalanı, köprü yapmak veya yaşam alanlarını maden ocağına çevirmek için doğa katliamı yapanlar, bu “yatırımlar” için patronlara her sene yüz milyonlarca dolar hazine garantisi verenler; gırtlaklarına kadar yolsuzluk batağına saplananlar; son toplu sözleşme sürecinde memurlara enflasyonun çok altında ücret artışı verenler, üstelik 3 milyondan fazla memur ve emekliyi toplu sözleşme ikramiyesinden mahrum bırakanlar; her gün kadınların öldürüldüğü/tacize-tecavüze uğradığı bir ülkede İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmaya yeltenenler; KHK’larla on binlerce insanın hayatıyla oynayanlar; dere yatağına inşaat ruhsatı verenler, o apartmanları dere yatağına dikenler ve insanların sellerde boğulmasına neden olanlar; iklim krizinin baş sorumlusu olan fosil yakıtların aranıp bulunması için Akdeniz’i ve Karadeniz’i parsellemeye kalkanlar, bunun için bölge ülkelerine göz dağı verenler; bölgesel güç olmak için “sınır ötesi harekat” adı altında sürekli başka ülkelerin topraklarına saldıranlar ve oraları işgal edenler; velhasıl tüm ülkede demokrasiyi, özgürlükleri katledenler, son derece baskıcı bir rejim kuranlar…
Bu daha da uzatılabilecek listede yer alan suçların sorumlusu Afgan veya Suriyeli sığınmacılar değil.
Savaş politikaları mülteci sayısını artırıyor
Türkiye’de şu anda en çok Afganistanlı ve Suriyeli mülteciler yaşıyor. Bu insanların doğdukları toprakları terk etmelerinin en önemli nedenlerinden birisi emperyalist savaş politikalarıdır.
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çıkarılması için buradaki islamcı örgütleri kuran ve finanse eden ABD idi. Bu örgütlerin sonradan ona karşı yönelmesini bahane ederek Afganistan’ı işgal eden, zaten zor koşullar altında yaşayan ülkede taş üstünde taş bırakmayan da başta ABD olmak üzere Türk devletinin NATO müttefikleriydi. Hatırlayalım; Afganistan ve sonrasında Irak işgalinin başladığı dönemde zamanın Türkiye başbakanı “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı” olma hayalleri kuruyordu!
Benzer şekilde zorba Esad diktatörlüğüne karşı Suriye’de çıkan halk ayaklanmasını kendi bölgesel veya küresel güçlerini artırmak için kanlı bir mezhep çatışmasına döndürenler de büyüklü küçüklü emperyalist devletlerdi. Türk hükümeti de bunun doğrudan bir parçası oldu (zamanın başbakanı bu sefer Emevi Camii’nde namaz kılma sevdasına tutulmuştu!); kendine yakın islamcı örgütleri besledi, Suriye’nin kuzeyini kontrol altına almak için işgal etti.
Türkiye’nin de aktif bir parçası olduğu bu savaş politikaları, o ülkeleri iç savaşlara, toplu ölümlere, açlığa ve derin yoksulluğa sürükledi. Bu bölgelerde yaşayan insanlar daha iyi koşullarda yaşamak (hatta sadece hayatta kalabilmek) için kaçıyorlar. Başka ülkelere sığınanlar elbette geride bıraktıkları ülkenin iktidarına en uzak, o iktidarın düşman bellediği kesimlerden oluşuyor. Bu insanların var olan koşullar devam ettiği müddetçe ülkelerine dönmeleri istemek veya sınırları kapatıp onların canlarını kurtarmasını engellemek, o insanlara doğrudan kurşun sıkmakla aynı şey.
Bu, işin ahlaki tarafı. Ama mültecilerin sığındıkları ülkelerde yükselen göçmen karşıtı ırkçılığın önemli politik sonuçları da var.
Biz, birlik olmak zorunda olan çoğunluğuz
2008 Krizi’nden çıkış için hükümetlerin hazırladığı “kurtarma paketleri”nin sadece büyük firmaları ve zenginleri kurtarmaya dönük olduğu anlaşıldığında bir grup aktivist 2011’de “Occupy Wall Street” (Wall Street’i İşgal Et) hareketi başlatmıştı. Bu hareketin öne çıkardığı sloganlardan bir tanesi “Biz %99’uz” idi.
Bu son derece doğru: Kapitalizm, insanlığın çok küçük bir kısmının çıkarına işleyen bir sistem. Toplumun ezici çoğunluğu bu sistemin şöyle ya da böyle mağdurudur: İşsiz kalan, yoksulluk batağına saplanan veya iki ay çalışmasa o batağa saplanacak olan, ekonomik ve/veya siyasi hegemonya mücadelesi yüzünden çıkan savaşlarda canını verenler hep bu kesimden.
Bu ezici çoğunluk hem ülkeler düzeyinde hem de uluslararası ölçekte birleştiğinde önünde durabilecek bir güç yok. Bunu çok iyi bilen “efendiler”, bizi bölmek, birbirimize düşürmek zorunda olduklarını ve ancak bu şekilde yönetmeye devam edebileceklerini de çok iyi biliyorlar. İnsan toplumunun baş belası olan ırkçılık ve cinsiyetçilik dahil her türlü ayrımcılığın yöneticiler tarafından ya doğrudan doğruya beslenmesinin ya da dolaylı olarak desteklenmesinin temel nedeni bu.
Kapitalistleri zayıf duruma düşüren kriz dönemleri, onların ayrımcı politikalara en çok sarıldıkları dönemlerdir aynı zamanda. Bu ayrımcı politikalar, toplum nezdinde ne kadar çok kabul görürse “efendiler” güç kazanıyor; kaybedenlerse istisnasız hepimiz oluyoruz.
Ülkelerinden ayrılmak zorunda kalan mülteciler, gittikleri ülkelerde kendilerine yeni bir hayat kuruyorlar. Bu yüzden onların önemli bir kesimi bir daha geri dönmek istemeyebilir ve kaldıkları toplumun bir parçası olmayı tercih edebilir. Bu onların en doğal hakkıdır.
Türkiye, genel kanının aksine mülteciler için tam bir cehennem. Zira 1951’de oluşturulan Cenevre Sözleşmesi’ne Türk yöneticiler şerh koyarak imza atmışlardı. Buna göre sadece batı ülkelerinden Türkiye’ye gelenler resmi olarak “mülteci” kabul ediliyor ve ancak onlara mültecilere tanınan haklar veriliyor. Hükümetin Suriye iç savaşının aktif bir parçası olma isteği dolayısıyla Suriye’den gelen sığınmacılara “geçici koruma statüsü” verildi. Bu statü sayesinde Suriyeli sığınmacılar teknik olarak sigortalı çalışma ve sağlık hizmetlerinden yararlanma gibi haklara sahipler (her ne kadar ciddi bir kısmı bu hakları tam olarak kullanamasa da). Geriye kalanların hiçbir resmi statüleri yok. Bu yüzden de mülteci olmanın verdiği haklara sahip değiller.
Böyle olunca Türkiye’deki sığınmacıların çok küçük bir kısmı sigortalı bir iş bulabiliyor. Çoğu, insaflı(!) Türk işvereninin düşük ücretli, kötü işlerine mahkum bırakılıyor. İşte bu yüzden İzmir Barosu’nun 24 Ağustos’ta yaptığı basın açıklamasında öne çıkarttığı en önemli taleplerden bir tanesi istisnasız tüm sığınmacılara mülteci haklarının verilmesi oldu (basın açıklamasının tamamı için: https://www.izmirbarosu.org.tr/HaberDetay/2377/ulusal-ve-uluslararasi-kurumlara-cagrimizdir)
Türkiye’de işsizliğin, düşük ücretlerin, kötü yaşam koşullarının sorumlusu sığınmacılar değil. Aynı şekilde onlar bir anda yok olsalar da bu sorunlar bitmeyecek. Patronların düşük ücretli, sigortasız çalışma koşullarını dayatabilmelerinin nedeni, yoksul Suriyeliler’in veya Afganlılar’ın bu işlerde çalışmaya hevesli olmaları değil, devletin sigortasız, güvencesiz çalışmaya göz yummasıdır. Değiştirmemiz gereken durum bu.
Irkçılık; demokrasi ve sosyal adaletin en büyük düşmanlarındandır. Otoriter bir rejim altında yaşıyoruz. Toplumun önemli bir kesimi demokrasi talebini yükseltiyor. Fakat ırkçılığın yükselişe geçtiği hiçbir dönemde gerçek bir demokratik ortam yaratılamaz. Bir kesime dönük başlayan ayrımcılık, eğer buna karşı çıkmazsak sonradan hepimizi vuracaktır. Bizi bölerek güçlenen yöneticiler, sonunda tüm toplumsal kesimlerin haklarına tecavüz eder.
Sözün özü, birimiz bile kaybedersek, hepimiz kaybedeceğiz; hepimizin kazanmasının tek yolu birlikte durmaktır.

PAYLAŞ